Süleyman Ragıp Yazıcılar ile Söyleşi
Gençlik için çalışıyorsunuz, çok değerli bir abimizsiniz Allah razı olsun, şu anki gençlerin gençlik için çalışmalarını nasıl buluyorsunuz, bizlere çalışmalarımızda yeise düşmememiz için önerileriniz var mıdır?
Genel anlamda gençlik çalışmalarını çok değerli, kıymetli buluyorum, bu şu bağlamda; son 10 senede Türkiye’nin birçok farklı üniversitesinde, lisesinde ya da kamuya açık konferans salonunda gençlerle bir araya geliyoruz. Gördüğümüz manzara, gönlü geniş, bakışı berrak, inancı yerinde, azimli, gayretli ve samimi gençlerin bir hayli fazla olduğu ve onların kendi içlerinde de bir insicam, ahenk olduğudur.
Farklı STK’ların, derneklerin İslami kaygı taşıyan birçok insanın, kendi aralarında da bir muhabbet, bir paslaşma, bir dayanışma olduğunu açıkça, belirgin bir şekilde görüyorum. Bu noktada yeise düşmeye hiç gerek yok. Çünkü ümitvar olmak Müslümanın şiarıdır. Ne Allah’tan ümit keseriz ne de kendimizden ümit keseriz. Tabi bazen insan yorulur, bakış bulanır, kalp karamsarlığa düşer. Fakat önemli olan bunların uzun sürmemesidir. Süreğen dediğimiz, uzun soluklu ve adeta müzmin, karamsarlık şeklinde bir yeis haline hiç gerek yok. Çünkü hem Türkiye’nin kendi içindeki gelişmeler hem dünyadaki değişim, dönüşümler, aslında vicdanlı insanlara, imanlı insanlara, gerçekten katma değer oluşturacak insanlara ne kadar çok ihtiyaç olduğunu söylüyor.
Böyle bir atmosferde ümitsizliğe düşersek, olumsuz duygu ve düşüncelere kapılırsak aslında vebaldeyiz demektir. Allah’a hamd olsun, şükürler olsun, herkes kendi imkanı, kendi etki alanı ve bağlamı içerisinde aşkla koşmalı, koşturmalı ve daima gönlünü geniş tutmalı, gözünü insandan ayırmamalı; hizmet verme, değer verme manasında gayret etmeli, bir kişi dahi olsa birebir insan yükü çekerek geleceğe umutla, ümitle yürümekte fayda var. Çünkü bu din bize miras kaldı, fakat büyük çilelerle, zorluklarla bedellerle miras kaldı. Hamd olsun, bizden şu an öyle büyük bedeller büyük çileler beklenmiyor. Yani azıcık gayret etsek zaten büyük kahramanlık sayılacak.
Bu dönemin böyle bir özelliği var. Azıcık daha enerji dolsak, azıcık kendimizden fedakârlık etsek, azıcık daha başkalarını düşünsek, kendimizdeki güzellikleri başkalarıyla paylaşsak… Bulunduğumuz üniversitede, lisede, bulunduğumuz sosyal çevrede insanlara hayra, Hakk’a, imana, İslamiyet’e, sevgiye, ilahi olan güzelliklere yönlendirebilirsek ne mutlu bizlere. Ne mutlu ki böyle bir dönemde sorumluluğumuz var. Allah bizi yoklukla sınamasın. Kaldı ki imtihan çeşit çeşittir. Biz o yüzden dertler bizi bulmadan, belalar sıkıntılar bize uğramadan kendimiz dertleri gönüllü seçelim. Bu da uhrevi, manevi derttir. Allah’ın Peygamberinin bize miras bıraktığı derttir. Çünkü peygamberler miras olarak ne malı ne mülkü bıraktılar. Sadece ilim, aşk, sevda bıraktılar. Bu uğurda yürüyeceğiz inşallah, bu anlamda ümitsizlik yok inşallah.
Her anne özeldir ama dikkatimizi twitter hesabınızdan anneniz ile ilgili yaptığınız paylaşımların sıklığı çekiyor. Annenizin ellerinden öper, selam ederiz. Bize biraz annenizden bahseder misiniz?
Annem hakikaten insanlık abidesi denilebilecek insan cinsindendir. Bunu kendi annemi kuru kuru övmek için söylemiyorum, bir vefa, hürmet borcu olarak söylüyorum. Allah razı olsun, onun için birisi “kendini bilmeyen evliyalardandır” gibi bir şey söylemişti. Benim hoşuma gitmişti bu sözü, yani bazı insan kendisinin farkında olur, kendisini farkında olarak sunar, takdim eder. Annemin hakikaten bize göre belki olumsuz gibi değerlendireceğimiz ya da neden böyle ki neden şöyle ki diyeceğimiz birçok şeyi aslında onun destansı insanlığına, fedakârlığına, sabrına delildir, hem de bir nevi kemale ermek, tevazuya ermek, kendini yok bilmek noktasında bir ölçü kabul edersek bunu; annemde bunların çoğu tecelli etmiştir.
Allah rahmet eylesin, babamın vefatından sonra beş çocuğu büyütürken kendi hayatını hiçe saymış, önceliği hep bize vermiş ve bizi de kültürel donanım, teknik bilgi, en güzel üniversitelerle donatmaktan ziyade ruhumuza insanlık sevgisini, merhameti, şükretmeyi yani varlık sevincini çoğunlukla annemizden almışızdır. Onun o Allah ile kurduğu samimiyetli, pazarlıksız ilişki, insanlarla kurduğu ilişki, “ben kaybetsem de bir zararı olmaz, ben mağdur olayım ama başkaları mutlu olsun” anlayışı çok büyük bir inceliktir.
Annem uzun yıllar pazardan veya marketten aldığı eşyaları dahi siyah poşetle eve taşırdı. Yani insanların gözleri bizim aldıklarımızda kalmasın. Belki alamayan vardır. Belki nazar edip kıskançlık eden vardır. Ben mütevazı halledeyim işlerimi, kimseyi incitmeyeyim ya da kimsenin gözü aldıklarımda kalmasın düşüncesi. O da şöyle bir şey; annemde zaten para yok. Alabileceği en üst düzey şey diyelim ki o dönem en kaliteli dondurma. Onu dahi kimseye göstermeme isteği aslında onun inceliğini gösterir, Cenab-ı Allah onun bu sabrının, inceliğinin inşallah mükâfatını verir. Ki Allah zaten hiçbir salih amelin ecrini ziyan etmez.
Benim kendi annemi takdim etmem ya da takdir etmem çok doğru olmaz ama büyürken birçok çevremdeki insanın yanıma gelip “oğlum annenizin değerini bilin, o sizler için çok sabretti” demesi manidardır. Esenler’de belediye başkanı olmuş bir zat ile, kısmet olmuş Kabe’de karşılaşmıştık; “oğlum İslam’da heykel haram olmasaydı Esenler’e annenin heykelini dikmek gerekirdi” şeklinde bir cümle kurdu. Bu çok ilginç bir yorumdu aslında.
Hiç unutmuyorum, belki bir sene önce Fatih Camii’nde annemi biraz kaçamak olarak videoya çektim. Hiç sevmez öyle şeyleri ama zorladım biraz. “Anneciğim, insanlara, gençlere ne tavsiye edersin?” dedim. Böyle gülümsedi ve “sabır” dedi. Hakikaten basit bir laf ama hayatının ağırlığı ve gerçekliği karşısında çok derin bir söz, inşallah hakikatine erenlerden olmuştur. Bizlere de o mirası bırakır diye ümit ediyorum.
Bir röportajınızda kültürün ilk basamağının ana dilimizi iyi konuşup iyi yazmak olduğuna inandığınızı söylemişsiniz (izdiham dergisi), şu an gençlerin gerek sosyal medyada gerek sokak dilinde konuşma üslubu hakkında ne düşünüyorsunuz? Bunu düzeltmek için önerileriniz var mıdır?
Bu konu mühim. Çünkü insan bir dil evreninde yaşıyor. Duygularını, düşüncelerini, hislerini dil ile ifade ediyor. Dilimizin fakirliği iç dünyamızın fakirliğine de işarettir. Dilimizin zenginleşmesi aslında hem sosyal ilişkilerimizin, hem insanlarla ilişkilerimizin güzelleşmesi manasına geliyor. O yüzden doğrudan dil yatırımı, kelime yatırımı yapmak gerekiyor.
Nasıl şimdi ayda yer var mı, arsa alalım mı diye derdine düştü birçok büyük zengin. Bizim de 20-30 sene sonrasına bana en çok lazım olacak şeyler kelimelerdir dememiz lazım. Kelimelerime, cümlelerime yatırım yapayım. Sabırla, özenle bu alanda kendimi geliştireyim. Yarın çocuklarım olur onlara güzel şeyler anlatabileyim. Yarın bir ortamda söz bana düşer, insanlara güzel şeyler söyleyebileyim. Çünkü Rasullullah Efendimiz güzel sözün sadaka olduğunu buyurmuştur. Biz de sadakalarımızı çoğaltalım. Herkesin parası yoktur, herkes para veremeyebilir. Ama güzel sözü söylemesi kolaydır hem de ecri boldur.
Bu noktada da adeta yeni bir dil öğreniyormuş gibi Türkçe’yi öğrenmek gerekiyor. Yani ilkokula başlar gibi, anne, baba, bulut, gökyüzü, güneş nedir, yeniden bakıp manalarında derinleşelim, hatta alternatif sözcükler oluşturmak lazım. Böylelikle kelimeler içimizde daha büyük bir anlam dünyasına tekabül eder. Mesela hicret nedir? Hicret falan yerden filan yere şu şekilde göçmektir. Mesela bunun yerine daha pratik karşılıklarını bulabiliriz. İhsan Süreyya Hocamız “hicret dava göçüdür” diyor. Güzel bir karşılık. Bütün kelimelere böyle yeni anlamlar vermeye çalışalım.
On sene önce, isar kavramı şuydu buydu derken zorlanıyorduk. Bir genç dedi ki “isar kendini pas geçmektir”, gülümsedim. Bakın ne kadar güzel bir karşılık. Bunun gibi Allah, Peygamber, iman, tevazu, ahlak, vakar, vefa.. kelime dünyamızı aça aça bunların manalarına ere ere ilerlemekte fayda var. Bu noktada önerilerim ilkokula yeni başlıyormuş gibi kelimelerin önünde oturup, diz çöküp her kelimeye sevgiyle muhabbetle hürmetle yaklaşalım, “ne kadar güzel bir kelimesin, seni biraz daha detaylı öğreneyim, yeni bir şekilde cümlede kullanayım, seni aslında hiç böyle düşünmemiştim” şeklinde ele alalım, adeta yeniden tanışıyormuş gibi. Yirmi senelik evliler genellikle terapi alırlar bazı büyük kronik kavgalardan sonra. Neden? Aslında hep birbirlerini tanıyor zannetmişler ama bambaşka yönleri varmış, bambaşka insanlarmış, yıllar sonra ortaya çıkmış diyorlar. Bunun gibi biz çocukluktan beri kelimelerin içindeyiz, ezbere konuşuyoruz, farkında olarak bilinçli konuşursak çok faydasını görürüz inşallah.
“Güzel Gölgelik” adlı şiir kitabınızda “mana” kelimesinin peşinden gittiğinizi ifade etmişsiniz. Bize şiirlerinizin oluşum sürecinden biraz bahseder misiniz?
Genel noktada şiirlerin oluştuğu demler çoğunlukla ya gece saatleri oluyor ya da Esenler’de oluyorum, annemin yanında. Orada kısmî bir rahatlık oluyor çünkü meşgale az, çocukların sıkıştırmıyor vs. Annem de zaten kendi halinde yaşıyor genel olarak. Ben böylece, odada bir imkân buluyorum ve gönlüme manalar yağıyor, onları hemen yazıya dönüştürüyorum.
Ya da Genç Dergisi çıkarken geceleri kalırdık bazen dergide, o gecelerde özellikle sabahlara kadar içim ayrı bir çiçekleniyor, derinliğe kavuşuyor iç dünyam. O zamanlarda da şiir ortaya çıkıyor. Bir de ikindi güneşi. Yani ikindi güneşi azalırken, gün batmaya yakın tarifsiz bir duygu yaşıyorum. Bu gurup vaktidir aynı zamanda. Güneşin yavaş yavaş dünya semasından kaybolduğu, gözlerden ırak olarak bir adeta boşluğa sürüklendiği, havanın da kızardığı, tüllendiği, pembeleştiği demlerde insanın gerçekten namaza durur gibi şiire durası geliyor.
Yine, “Güzel Gölgelik” adlı şiir kitabınızda okurlarını bekleyen birkaç vurucu cümle gözümüze çarpıyor. ‘kalbimiz kendimize dahi yetmedi’, ‘yaşamıyoruz, yaşatılıyoruz; ister anla ister delir’ gibi bir anlamda sosyolojik tespitlerde bulunuyorsunuz. Madem bir sorun var, öyleyse tüm bunların çözümü nedir, nerededir? Neyi kaybettik sizce?
Sorun insanın Allah ile ilişkisini doğru kuramamasıdır. Çünkü Kur’an’ı Kerim’de “Onlar Allah’ı unuttular, Allah da onlara kendilerini unutturdu.” (Tevbe 67) buyruluyor. Bunu şöyle özetledim: Allah’ı unutan kendini hatırlamaz. Yani mesele Allah’tan başlıyor. Allah’ı hayatımızın neresine koyacağız? Motto olarak ya da gelişigüzel, dilimize pelesenk edeceğimiz bir cümle olarak söylemiyorum bunu.
Şöyle; yani ben varım, yaşıyorum diyebilmem için bir zemin lazım. Ben nasıl yaşıyorum, nasıl var oldum, bu dünyanın gerçekliği nedir, benim ömrüm nereye doğru akıyor, ölüm var, hayat var, sevgi var, çocuklar var… bütün varlıklar bir amaçsızlık, anlamsızlık içinde yüzmüyor. Allah’ı temele koyarsak hepsi yerlerine oturuyor. Bu noktada asıl sorun burada. Allah hayatımızın temeline oturmadığı için diğer alanlar savruluyor. Allah’ı merkeze koyamayınca kendimiz de bu defa paranın, kariyerin uydusu oluyoruz. Sosyal ilişkilerimize, çevremize, kendimizle ilgili vehm ettiğimiz bazı fikirlere çok aşırı anlamlar yüklüyoruz. Ve huzursuzluk, mutsuzluk, sevgisizlik, cehalet, eğitimsizlik, sosyal problemler çoğalıyor.
Bunların hepsi sorunun farklı yansımalarıdır. Çünkü Allah merkezde olmayınca diğer her taraf derece derece yıkılıyor ve en sonunda hakikaten kaos dedikleri, sonu zulme çıkan bir dünya inşa etmiş oluyoruz. Mikro alemde zulüm çok çeşitli. Yani insanın bir başkasını kıskanması da zulümdür. İnsanın bir başka arabaya yol vermemesi de zulümdür. İnsanın kişisel bakımını yapmaması da zulümdür. Ama makro alemde de, diyelim ki savaşlar, sömürge, insanların bu kadar göç ediyor olmak zorunda kalması, trajedilerin yaşanması da zulümdür. Hasılı Allah’ı temele koymazsak insan olarak, toplum olarak, millet olarak, ümmet olarak; bizim sorunumuz hiçbir zaman net olarak çözülmeyecek. Başka bir çözüm de yok. Tarihi tecrübeler de buna şahittir.
“Baht meselesi” kitabınız günlüklerinizden oluşuyor, kitabınızda biri kendini tarif et deseydi muhtemelen ikindi insanıyım derdim demişsiniz, ikindi insanı olmak nedir, nasıl bir şeydir, ikindi insanı nasıl olur?
Biraz önce de ifade ettiğim gibi ikindi namazından sonra -namazı temele koyalım. İkindi bize İslam’ın hediyesidir, modern zaman diliminde “ikindi” diye bir kavram yok. Elhamdülillah bizler ki Müslümanız, bizim ikindinin farkında olmamız lazım- öğlenin sıcaklığı, tepedeki güneşin yakıcılığı yavaş yavaş azalmaya yüz tutmuş, fakat akşam da olmamış. O ara zaman çok hızlı geçen bir zamandır. O yüzden ikindi namazı çok hızlı geçer. Hemen akşam gelir.
İkindi vakti insanı olmak aslında hüzünle yaşamak, dünyanın faniliğinin idraki içinde hüznü çoğaltmak demek. Ve ikindinin akşama dönen demleri de, aslında yeryüzünün en kıymetli, en değerli -manzara olarak, hissiyat olarak- saatleri gibi gelir bana. Bu anlarda ne zaman bir yazıya ya da şiire başlasam bir açıdan büyük bir hüzün, panik yaşarım. O da şudur; biraz sonra güneş batacak ve o yazımın kıvamı, enerjisi, iç genişliği, berraklığı azalacak diye çok hızlı yazmaya çalışırım.
O noktada ikindi insanı olmak demek biraz ahir zaman insanı olmak gibi geliyor bana çünkü büyük şehirlerde hayat hepimizi hızlıca yutuyor. Hiç farkında olmuyoruz günün nasıl bittiğinin. İkindi vakti bunun en güzel özeti gibi. Bir açıdan, anlayana şu mesaj var: Çok hızlı bir şekilde yaşayıp terk edeceksin bu dünyayı, dikkatli ol! Aynen ikindinin akşama dönmesinin bir anda hızlı olduğu gibi bu dünya hayatı da bu şekilde sona erecek. Sen de nasıl bir şiir ya da yazı için elini çabuk tutuyorsan, dünya hayatında da varsa yapacağın hayırlar, güzellikler, elini çabuk tut mesajı alıyorum ikindi insanı olarak.
Son kitabınız “İnsan Mesafedir” kitabınızdan ve yazma sürecinizden biraz bahseder misiniz?
İnsan mesafedir, aslında son zamanlarda yazdığım birçok yazıyı ve daha önce yazılmış birçok günlüğümü cem ettiğimiz bir kitap. Esasında bir açıdan isyanımı, sitemimi, şikâyetimi ifade ediyorum. İnsan mesafedir çünkü insan azizdir. İnsan sadece Allah ile irtibatı ilişkisi kurulduğu zaman o mesafeler anlamına kavuşur ve hakikatle mesafesi azalır.
Bunun dışında hiçbir parti, hiçbir cemaat, hiçbir dergi, hiçbir üniversite, hiçbir sıfat insanın o içindeki Allah ile büyük mesafeyi, büyük ilişkiyi azaltamaz, kısaltamaz. Ben buna biraz reddiye ve sitem niyetiyle bu başlığı koydum. Yani insanın biricikliğine, özne oluşuna, özel oluşuna ciddi bir müdahale var. İnsanlar birbirini etiketliyor, insanlar grupları etiketliyor. İnsan insanı adeta bir dar zemine, empatiden yoksun zemine ve onu kendisin de ifade etmediği, kendisinin de aslında kendini tarif etmediği bir anlam dünyasına sıkıştırarak yaşatmak, orada kalıplaştırmak, dondurmak ve ona aslında başka bir hayat alanı açmamak istercesine bir eğilim görüyorum Türkiye’de. Ve bunun partisi, cemaati, sosyal yapısı, grubu yok. Hemen hemen herkes birbirini bir şekilde tanımlamak, etiketlemek bir mesafeye konumlandırmak ve oradan onunla ilgili serbest atış yapabilme özgürlüğünü kendisinde bulmak istiyor.
Bu anlamda İnsan Mesafedir, kendi iç dünyamdaki birçok meseleyi kaleme aldığım, insanlara da faydasının olacağını düşündüğüm daha fikrî, daha düşünce mahsulü olan, Baht Meselesi’ndeki gibi daha serbest çağrışım ve hayatın içinden bölümlerinin az olduğu bir kitaptır. Esasında da insanın Allah ile arasındaki mesafeye göre değer kazanacağının kendimce ilan edilmesi, tebliğ edilmesidir. O da “Secde et ve yaklaş.” (Alak 19) ayetinden ilhamladır. Demek ki Cenab-ı Hakk’a yaklaşan bir varlığız. Yaklaşma varsa uzaklaşma da vardır. Bunlar mesafe ile ilgili kavramlardır. Haşa benim Allah ile aramda ne gibi bir ilişki olabilir ki ben O’na yaklaşayım ya da uzaklaşayım. Fakat ifade böyle buyrulduğu için demek ki üzerine düşünmek lazım. Cenab-ı Hakk bize kendi ruhundan üfledi ve ruhun secde ile, ibadet ile, iman ile adeta O’na yani kendi sahibine yaklaşması murad ediliyor. Bir başka ayette, insan kıyamet günü kötülüklerle aramda uzak bir mesafe olsaydı keşke diyecek. (Âl-i İmrân 30) Yani esef eder, kendini kınar. Bu mesafeyi keşke zamanında korusaydım diye.
Demek ki günümüzde de bir insanın kötülerle, zalimlerle arasına mesafe koyamaması kıyamet günü onun yüz karalığı anlamına gelecek. Ben de diyorum ki buradan aldığım ilhamla; kötülerle, zalimlerle arandaki mesafe uzak olsun, secdelerle, ibadetlerle, Allah ile arandaki mesafe azalsın. Secde et ve yaklaş. Secdelerin ardından da hakiki insanlık sıfatını kazan. Çünkü insanlığın kemali ve adeta cemali bu mesafeye göre tecelli edecektir.
Okurlarınızı bekleyen yeni bir kitabınız var mıdır?
İnşallah bu sorunuz vesileyle olmasını arzu edeceğimi söyleyebilirim. Birikti birçok şey. Yayınlasam ve kitap olsa belki daha iyi olur. Çünkü gerçekten mülevves diyebileceğimiz amaçsız, anlamsız, ahlaksız ne çok şey yayınlanıyor. Böyle bir dünyada kaliteli olduğunu düşündüğümüz, iyi olduğunu düşündüğümüz, salih niyetlerle, temiz gayretlerle yapıldığını düşündüğümüz kendi kitaplarımız olsun, başka arkadaşlarımızın kitapları olsun, onların insanlarla buluşması farklı gönüllere dokunması önemli. İnşallah buna muvaffak oluruz.
Dördüncü kitabıma bu İzmir yolunda niyet etmiş olayım. En kısa sürede inşallah tamamlarım. Bakalım ne zuhur eder, Allah’tan hayırlısını diliyorum.