Regaib Albayrak ile Söyleşi

24.06.2021
1.135
A+
A-
Regaib Albayrak ile Söyleşi

Söyleşi teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. Sizi tanımak istiyoruz Regaib Albayrak kimdir?

Estağfurullah, ben teşekkür ederim. 1991 yılının Ocak ayında Adana’nın Seyhan ilçesinde dünyaya geldim. Aslen Sivaslı olduğumu da belirtmem gerekiyor. İki yıllık Aşkale maceramdan sonra babamın vazifesi sebebiyle tekrar Adana’ya tayin olduk. Ömrümün yirmi yıla yakınını Adana’da geçirdim. İlk ve ortaöğretimimi burada tamamladıktan sonra üniversite için memleketime gittim. Sivas Cumhuriyet Üniversitesi, Türkçe Öğretmenliği bölümünden 2015 yılında mezun oldum. 2017 yılında aynı üniversitenin İlahiyat Fakültesi / Türk-İslam Edebiyatı alanında yüksek lisansa başladım. Bir süre özel okullarda hem Türkçe hem de Edebiyat dersleri daha sonra Sivas Cumhuriyet Üniversitesinde Yabancılara Türkçe Öğretimi dersleri verdim. Kısa bir süre önce Ankara’ya taşındım ve burada bir kurumda redaktör olarak göreve başladım.

Öykülerinizde karamsarlık ve sessizlik hakim. Karakterler kendi halinde genellikle. Dünyada var olmanın bir de bu yüzü var. Bu sancılı yüzün üzerine gitmek kolay değil. Bunu metne yansıtmak
da zordur diye düşünüyorum. Okuyucu kendisiyle yüzleşiyor. Kitaba bu açıdan genel bir girizgah yapabilir misiniz?

Aslında benim öykülerimde bir karamsarlık ve sessizlik hâkim değil. Yorumunuzda haksız olduğunuzu söylemiyorum ancak belirtmem gerekiyor ki benim öykülerimi ne zaman ve nasıl okuduğunuzla alakalı bir durum bu. Kendinizi yalnız ve karamsar hissettiğiniz bir dönemde okuyunca, evet, sizin yapmış olduğunuz yorum, sonuç olarak karşınıza çıkabilir ama kendinizi tam aksi bir ruh hâli içerisinde hissederken okursanız, kitabın tamamını kapsayan bir umut ve hayal edilen güzel günlerin sancısını duyabilirsiniz. Müslümanın karamsar yahut umutsuz olması gibi bir durum bence söz konusu değil. Mesela “Saatleri Durdurma Medresesi” isimli öykümde bariz bir biçimde bu durum hissedilebilir: Kahraman, bir saatin içerisine sıkışıp kalmıştır, kurtulmasına neredeyse artık imkân dahi yoktur ama “bir umut” diyerek mektup yazar ve saatte bulduğu bir delikten dışarıya atar. Bizler bu öyküyü dışarıya atmış olduğu o mektup sayesinde okuyabiliyoruz. Bütün öykülere tek tek değinmeyeceğim elbette ama neredeyse her öyküde bu umudu ve umudun sancısını hissedebilirsiniz. Evet, bunların yanında çekilen sıkıntılar, şu koca dünyada yalnız başımıza kalışımız, derdimizi anlatabileceğimiz bir tek dosta dahi muhtaç oluşumuz, içimizde kopan fırtınalar, sancılarımız, buhranlarımız, anksiyetelerimiz var. Hepsi bizim; hepsi de biziz. Aynayı karşı tarafa tutup: “İşte sen busun!” demek yerine içime tuttum ben ve insanlar bunların sadece yansımalarına şahit oldu. Orada herkese ait bir parça var. Benden, senden, ondan, bizden… herkesten birer parça. Bu parçalarla sayesinde bütün oluştu. Anlatmak yahut yazmak -artık ne derseniz- kolay olmadı. İnsan yaşadığı acıları tarif etmekte usta; hissettiklerinde ise çırak… Allah, cümlemizi tarifi olmayan acılardan muhafaza etsin.

Deniz özlemi hissediliyor metinlerde. Fakat denize kavuşunca da bozkır özlemi yoğunlaşıyor. Adana‘da büyümenizin bunda etkisi var mı? Yoksa deniz metaforuyla ne anlatmak istiyorsunuz?

Ben bozkıra aitim. Bozkıra, yani; dağlara, ovalara, buğday tarlalarına, kimilerine göre çorak olan topraklara, gökyüzüne… Bozkır taşradır; taşranın en saf ve en güzel yanı. Deniz oldum olası ürpertirdi beni. Denize baktıkça Allah’ın hem Celâl hem de Cemâl sıfatlarının tezahürünü hissederdim. Bizler bu kadarız işte, insanız. Ne istediğimiz belli değil. Hemen sıkılırız. Suratımızı asarız. Küseriz. Nankörüz çünkü. Denizi arzularız, kavuşuruz, ay olmadan bozkır hasretiyle yanarız. Bozkıra gidince de: “Ah deniz… Ben deniz insanıymışım, buraya düşünce anladım.” demeye başlarız. Bir şey için gece-gündüz dua ederiz, günlerce sayıklar dururuz. Allah duamızı kabul edince çok vakit geçmeden burun kıvırmaya başlarız. İnsan neye uzaksa onun duacısı, yanı başındakinin de şükürsüzü oluveriyor maalesef. Benim öykülerimde ikisi de aynı şeyi anlatıyor aslında: “Sonsuzluk!” Denizin veya bozkırın insanda bırakmış olduğu etkilerin başında bence bu gelir. Adana’da büyümüş olmamın herhangi bir etkisi yok bunun üzerinde çünkü Adana’da deniz yok. Yani merkeze oldukça uzak. En yakın sahil bir saat mesafede sanırım. Yirmi yıl Adana’da kaldım fakat iki veya üç defa Adana’nın denizine gitmişimdir.

Zamanla ve saatle kavgalısınız. İnsanı mekanik hale getiriyor biraz. Fakat zamansız da iş olmuyor. Bu mesele hakkında konuşmak ister misiniz biraz?

Zamanla ve saatlerle olan kavgam. Bir insan niçin zamanla ve saatlerle kavga eder, ne kadar saçma değil mi? Esasen, benim zaman mefhumuyla bir kavgam yok; benim kavgam zaman mefhumuna yüklemiş olduğumuz anlamla. Bizler insanız makine değil. Zaman, hayatımızın tüm zerrelerine işlemiş durumdayken böylesi bir kavga niye? Çünkü saatler modern hayatın bizlere takmış olduğu kelepçelerdir, prangalardır. Hiçbir şeyin değilse bile saatlerin kölesi durumundayız. Allah’ın yapmadığını bizler birbirimize yapıyoruz. Günde beş vakit huzura davet oluyoruz. Cemaate yetişmek isteyenlerin dışında acele edeni görüyor musunuz? Göremezsiniz çünkü Allah bizlere bir zaman aralığı tanıyor; şu saatte, şu vaktin edasını edeceksin demiyor. Dönüp modern hayata baktığımızda tam anlamıyla bir kovalamacanın içerisinde buluyoruz kendimizi. Akreple yelkovan bir olmuş, önüne de bizi katmış kovalıyor. İfade ediliş biçimleri bile insanda psikolojik olarak menfi bir etki bırakıyor: “Saat beş gibi dışarı çıkalım.” “Mesai saat sekizde başlıyor.” Ne kadar çirkin, soğuk ve abes. Bizler akşamüzeri çıkarız dışarıya veya akşam serinliğinde. Sabaha karşı çıkarız yola ya da ikindide. Gün doğmadan uyanır başlarız işe gün batarken de bırakırız. Kastım elbette sadece bunlar değil lakin en basit hâliyle bunları dile getirebilirim. Hayatımızı bir demir, alüminyum veya ahşap parçasının içerisine hapsetmeyi doğru bulmuyorum.

Metinlerde şiire oldukça yer vermişsiniz. Şiirle alakanızın olduğunu da biliyoruz. Şiir ile öykü arasında nasıl irtibat kuruyorsunuz? Metinlerinizde şiirin nasıl etkisi oldu?

Biliyorsunuz bizde hikâye anlatıcılığı çok eskilere dayanır. Oldukça ünlü manzum eserlerimiz var. Bununla beraber hikâyeyi manzum olarak anlatma geleneği de var. Buradan bakınca öyküyü şiirden ayrı tutmak veya şiiri öyküden koparmak biraz geleneğimizden uzağa gitmek olur sanki. Çok fazla şiir okurum. Özellikle Halk ve Divan Edebiyatlarına dair birçok ezberim vardır. Çünkü her şiirin bir hikâyesi vardır. O şiiri okuyup o hikâyeyi çözmeye çalışmak bana daima çekici gelmiştir. Doğal olarak metinlerim de bundan nasibini aldı / almaya devam ediyor. Bence bir öykü için şiir yemeğe katılan baharatlar gibidir; fazla olursa tadını bozar, kararında kullanınca lezzet verir.

Aşkar Dergisinde öykü editörlüğü yapıyorsunuz. Öykü editörlüğünün incelikleri nelerdir? Aşkar’a öykü gönderenler nelere dikkat etmeli?

Alanı takip etmek mühim. Öykünün seyrini izlemek ve gelişimine katkıda bulunmaya çalışmak gerekiyor. Bu bağlamda yeniliklere her daim açık olunmalı. Oturtulmuş bir kemik kadrodan ziyade yeni eserlere ve kalemlere yer verilmesi kanaatindeyim. Dergiye gönderilen metinleri en az iki defa okumadan dönüş yapmamaya çalışıyorum ve bu iki okuma arasında en az bir hafta zaman olmasına özen göstermeye gayret ediyorum.

“Aşkar’a öykü gönderirken dikkat edilmesi gereken hususlar” diye bir listem yok maalesef 😊 Zaten Aşkar’ın duruşunu ve konumlandığı noktayı herkes biliyor. Aflarına sığınarak eser gönderen arkadaşlarımızın imla hususunda biraz daha titiz davranmalarını istirham edersem kabalık etmiş olmam umarım. Bu, iş yükümüzü epey hafifletir.

Bu keyifli söyleşi için teşekkür ederim. Son olarak okurlarımıza neler söylemek istersiniz?

Ben de teşekkür ederim.

“Ehl-i dildir diyemem sînesi sâf olmayana

Ehl-i dil birbirini bilmemek insâf değil”

                                                                      Nef’i

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.