Gülşen Funda ile Söyleşi

06.10.2021
362
A+
A-
Gülşen Funda ile Söyleşi

Söyleşi teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. Sizi tanımak istiyoruz. Gülşen Funda kimdir?

İlginiz için asıl ben teşekkür ederim. Ömrümüz, en çok kendimize, sonra da başkalarına hikâyeler anlatmakla geçiyor. Kendimizi anlatırken bile bir kurgunun içinden konuşuyoruz. Ancak, yine de kendi hikâyemi ya da sizin sorduğunuz şekilde kim olduğumu, şu an, yani gecenin üçünde bu soruya cevap verirken yazmak, biraz zor geliyor açıkçası. Genelde, saat üçler insanın kim olduğunu pek bilmediği saatlerdir ya, o yüzden diyorum. Büyük yaşam ırmağının içinde, kim olduğumuzu ve burada ne yapacağımızı aramakla meşgul olduğumuzda, bu uzun yolu bir yön ile anlamlı kılmaya çalıştığımızda, çağımızın ve dilimizin şahidi –çığırtkanı değil– olmaya çabaladığımızda ancak cevaplayabileceğimiz bir soru çünkü bu. Gülşen Funda’ya dair, en azından şunları söyleyebilirim gibi geliyor: Bir sınıfa girip apaydınlık gözlerle ve dillerle karşılaşacağım günleri bekliyor, son hâlini alana kadar kitaplara eşlik ediyor, Türk dillerine ve edebiyatlarına mesai harcıyor, Buhara’yı görme umuduyla yaşıyor, yaşam hikâyemi olduğu kadar yazdığım öyküleri de sorguluyor, iki ayda bir okuyucusuyla buluşan bir öykü dergisi için koşturuyorum. Bir de filozof şairleri, ağaçları, hikâyesi olan kelimeleri ve kardeşim Ahmet Hamdi ile uzun uzun konuşmayı seviyorum.

Bu sorunun cevabını biliyorum. Bence sizi takip edenler de biliyordur. Fakat bu sorunun sorulmasının hoşunuza gittiğini bildiğim için soracağım. Felgu nedir?

“Bir sözcük yitirdim, beni arayan.” diyor ya Paul Celan, tam da böyle işte. Beni arayan bir sözcüktü felgu. Ya ben onu buldum ya da çok büyük bir ihtimalle o beni. Bazen avcıyı bulan avdır ya. Sorunuza gelelim. Felgu, aya çok bakmak ile yeşeren bir hastalık, ay çarpması anlamına geliyor, hatırlayabildiğim kadarıyla, ya da aya düşmek. Ancak öyküdeki anlamı farklı. Derecesini artırıp bir hastalık adı yaptım çünkü felç kelimesi ile etimolojik bir bağlantısı vardı. Yine de Allah biliyor ya, felgu kelimesine herkes farklı anlamlar versin istiyordum. Öyküyü de hatırlayalım burada. Aslında, felgu kelimesi, zamanın bir yerinde anneler, bir hastalığa yakalandıklarında ya da ölümlerine bir sebep bulduklarında anlamını kazanıyor. Annelerimizin ölümüne sebep ne ise felgu kelimesinin anlamı da o oluyor özetle. Yani bu kelimeye anlamı annelerimiz veriyor.

Kelimelerle uğraşmayı seviyorsunuz. Felgu’yu anlamlandırarak tekrardan sunuyorsunuz. Şems ve Ez gibi farklı karakter isimlerinin etimolojisine dair bir arayış halindesiniz. Etimolojik çalışmalarınız kurguya nasıl yansıdı? Meselelere derinlemesine yaklaşmanıza vesile olmuş gibi.

Pek çok kez, yaşamak kelimesini söylerken güçlü hissediyorum, demiştim. Rilke’de rastladım benzerine, şaşırdım. O da şöyle diyor Dualar Kitabı’nda: “Yaşamak derken güçlü, ölmek derken sessizce.” Bu yüzden, kelimeler, alelade şeyler değil gibi geliyor bana. Kimi zaman umudu yeşertiyor, şifa veriyor, yol gösteriyor, sisi dağıtıyor, yarenlik ediyor, sessizliği getiriyor, bir sonu fısıldıyor, rüyaları resmediyor. Dualarımızda ya da yaşamımızda kullandığımız kelimeler, gözlerimizin parıltısını, yüz ifademizi, kalbimizin hâlini, yeryüzündeki yürüyüşümüzü bile etkiliyor. Dahası, kelimelerin hikâyelerini, yolculuklarını bilmek, üzerinde yürüdüğümüz toprağı daha iyi anlamamızı sağlıyor. Dün, -sizin ifadenizle- kelimelerle uğraşmayı seven bir öykücüyle kuyu kelimesinin üzerine konuştuk, hâlâ aklımdayken hemen onu örnek vereyim istiyorum. Tuvaca dersimiz, ses ve biçim bilgisi bakımından Eski Türkçe ile karşılaştırmalı gidiyordu. Tuvaca, Türkçenin eskicil özellikleri koruyan, Eski Türkçeye yakın bir dil. Ve “kudug” kelimesi, d/y değişimi ve sondaki g ekinin düşmesiyle bizde kuyu oluyor. “Aşağı” anlamına geliyor bu kelime. Nietzsche’nin meşhur sözünü hatırlayalım. Bir kuyuya baktığımızda kuyu da bize bakar ya. Baktığımız şey, kuyu değil, aşağıdır aslında. Kelimenin hikâyesi bize bunu fısıldıyor bir anlamda. Bunları düşündüğümüzde, bir öykücü olarak, bizim ömrümüzden katbekat daha uzun bir ömre sahip bu kelimeleri de alelade kullanmak bana doğru gelmiyor. Sıradan değiller, uzun bir yoldan geldiler; ozanların sesinde, ediplerin sayfalarında ışıdılar, dahası bir hikayeye sahipler. Bu yüzden onlarla nefes almak ve onları güzelce soluk alacakları dünyalara bırakmak, en doğrusu gibi geliyor.

Öykülere dönecek olursak, alnının ortasında güneş dövmesi olan bir kadının adı, neredeyse nedensizce, Şemse oluyor. Alnındaki güneş, önce adını fısıldıyor, sonra da usul usul yazgısını çiziyor. Sevgili Elif Arpacı, zamanında, Felgu üzerine yazdığı bir yazıda, Ez kelimesini, Türk mitolojisi ve Şamanizm bağlamında okumuştu. Ancak, ben İye [Ийе] kelimesini düşünerek seçmemiştim bu kelimeyi. Ez, Kürtçede ben demek. Doğu Anadolu’da doğan, zamanın bir yerinde söylemeyi öğrenen, bir gün ansızın kör olan, sonra yeniden görmeye başlayan, rüyalarla ve hikâyelerle yaşamının seyri değişen, sözü taşa işleyerek bugünü yarına bağlamaya çalışan bir dengbejin hikâyesiydi o. Bir anlamda seçilen kelimeler ya da isimler, hikâyenin kalbine de sıhhat veriyor, ya da en azından ben böyle düşünüyorum. Ancak, uzmanlık ya da ilgi alanlarımı illa yansıtayım diye de yola çıkmıyorum elbette. Adları, hikâyeleri, dünyaları bir ve birlikte geliyor. Nartları anlatırken örneğin, Kafkas dağları büyüyor, dişbudak ağaçları yükseliyor. Öykü, anne olmanın ne olduğunu, öte yandan doğumu ve doğurabilmeyi hikâye ederken karakter ismi de elbette, tanrıça Setenay oluyor.

Bu dünyada -yani yaşadığımız dünyada- doğum yap(a)madığı için çöl olarak adlandırılan veya görülen kadınlar, yalnızca bir kelimeyi öykünüzde kullandığınızda, –artık– çöl olmuyor. Kelimelerin dünyalarımızı ve dünyaya bakışımızı gösterdiğini gözden kaçırmamak gerek bu yüzden. Elbette, kullandığımız kelimeler kadar kullanmadığımız kelimelerden de sorumluyuz ve bu, bir duruştur. Bir öykünüzde, kadınların dünyasına eğiliyor ama kadınlara yetersiz, eksik, öteki olarak hissettiren bir dünya kuruyor ve böyle bir dil kullanıyorsanız aslında yapmaya çalıştığınız şeyi kalbinden vuruyorsunuz. Önce dili iyi kurmak veya kullanmak gerek, bu yüzden de kelimeleri özenle seçmek. Uzatığımın farkındayım ama tam bu noktada, konuyu kadın gibi yazmak meselesine getireceğim. Söylenmeyen şeyler genelde kadınlara aittir, diyorlar ya. Aslında, her “söylenmeyen”i yazdığımızda, kadın gibi yazmış da olmuyoruz. Bize verilmiş olan bu dili kullanırken bile durup kelimeleri seçmeliyiz bu yüzden. Saadet Çağatay’ın “Türkçede ‘Kadın’ İçin Kullanılan Sözler” makalesi var örneğin. Okursanız, kelimelerin alelade şeyler olmadığını, bu yüzden de alelade kullanılmaması gerektiğini fark edersiniz siz de.

Sembolik dil ile okura farklı düşünme alanları sunuyorsunuz. Bu öykünüze şiirsel bir hüviyet kazandırıyor aynı zamanda. Şiirle alakanızın da olduğunu biliyoruz. Şiir, kurgu anlayışınızı nasıl etkiledi? Öykülerinizden ayrı olarak şiirlerinizi de yayınlamayı düşünüyor musunuz?

Zannediyorum, sembolik dilden kastınız öyküdeki göstergeler. Bu durum, o zamanlardaki öykü anlayışımla ilgili aslında. Bu yüzden, göstergeleri kullanırken şiirle bir bağ kurmak, ya da şiirsel bir hüviyet kazandırmak amacıyla yola çıkmadım diyebilirim. Öykülerdeki dünyaları hatırlarken –eskiden olsa dünyaları kurmak derdim ama bir dünya kurmak çok güç bir işmiş, yeni yeni anlıyorum– o dünyaların dillerini, göstergelerini, sembollerini, görsel yazılarını da öykülerime taşımak istedim. Zamanın bir yerinde yaşamış, göz ile okunan bu ölü kelimeleri yani. Bunun sebebi esasında dili yaşamımda nereye konumlandırdığımla epey ilişkili. Dilin ya da kelimelerin yanından öylece geçip giden biri olsam, bu ne anlama geldiği bilinmez göstergeleri sayfalara taşımazdım gibi geliyor. Bir dil yahut kelime gördüğümde durup baktığım, düşündüğüm gibi, Felgu’yu okuyanların da bu göstergelere durup bakmasına, düşünmesine vesile olmak istedim yalnızca.

Göstergelerin yola çıkışı da “Felgu” öyküsü ile oldu ve bu, beni ansızın bulmuş bir fikirdi. Ayın evrelerinin insan yaşamıyla ilişkilendirildiğine dair bir yazı okurken bunu neden öyküye taşımayayım diye düşünmüştüm. Sonra “Kabuk” öyküsünde, göstergelere daha fazla eğildim ve kendimi, belki okuru da, biraz daha zorladım. “Gök Taş ve Yüzü” öyküsü, bir kadının doğum kaderini hikaye ediyor. Bu yüzden öykü, “ana tanrıça ve doğurganlık” sembollerini ağırlıyor. Kimi göstergeleri, kendi anlamlarına sahip olsalar ve öyküde bu doğrultuda kullanılsalar bile, özgürce yorumlayabilir, göstergelerin anlam kapılarını bulmaya çalışabilir ve böylece kendi yolumuzu çizebiliriz. Ancak, aldığım ya da alamadığım geri dönüşler, bunları çözmek için sanki eski dil kitaplarını devirmek gerekiyormuş gibi hissettirdi. Gerçekten öyle değil aslında ama bir yolu yürümeyi istemek de insan evladının tercihi. Bir şey diyemiyorum.

Göstergelerin şiirle ilgisi olmadığını, aslında dille ilgisi olduğuna dikkat çekebildiysem eğer, şiirle ilgili sorunuza da cevap vereyim. Son zamanlarda, şiirin dilinden ve dünyasından giderek uzaklaştığımı hissediyor, dahası bunu görüyorum. Zihnim bir öykücü gibi çalışıyor artık. Bir de şu var. Yaptığım ya da yazdığım her şeyle görünmek, bilinmek istemiyorum açıkçası. Günümüzde, pek çok kişinin dergi seçme lütfunda bile bulunmadan, her yerde görünme, bilinme kaygısıyla belki, metinlerini her yere dağıttığına şahit oluyoruz. Aynı anda -dergilerin meseleleri farklı olsa bile- pek çok yerde olan bu insanların yolunu ve yönünü kaybetmemesini diliyorum yalnızca. Bir de şiir ortamı içimi hiç açmıyor. Yaşamına, duruşuna ve şiirlerine şahit olduğumuz şairlerin kartallaşıp şiirinin peşine düştüğünü görmek zaten yetiyor. Yazdığı şiirleri serçeler gibi gökyüzüne salanlardan olmak istiyorum ben de bu yüzden, kartallaşıp onların peşine düşenlerden değil. Bu yüzden, bu dünyadan geçip gittiğimde ve kağıt üzerinde birkaç şiirim kaldığında onlar da –tıpkı serçeler gibi– gökyüzünde dilediği gibi dolaşabilir, diye düşünüyorum.

Gurbet temasına yer veriyorsunuz öykülerinizde. “Anladım ki insanı yerinden eden ya aş ya da aşk.” diyorsunuz İs öykünüzde. Gurbet bana her zaman ilginç gelmiştir. Babamın da iş için gurbete çıkması ve memleketimizden ayrılmak zorunda kalmamız dolayısıyla her gurbet hikâyesinde kendimden bir şeyler bulurum. Edebiyatımızda da bu meselenin birçok örneği var. Bu mesele hakkında neler söylemek istersiniz?

Siz babanızdan bahsedince, babamın, okumak için İstanbul’a geldiği ilk gün geldi aklıma. Kalacak yer bulamadığı için Aziz Mahmut Hüdayi Türbesi’nin mezarlığında uyumuş. Gurbet, biraz da bu işte. “İs” öyküsünde gurbetler vardı. Onlara “gurbet”, “gurbetçi” ya da “gurbet taifesi” denmesi ilginç ve etkileyici gelmişti bana Neticede bu insanlar o kadar çok gurbette kalmışlar ki “gurbet” kelimesinin kendisi olmuşlar. Müthiş bir şey bu. Açıkçası, gurbet kelimesini söylemek bile ağır geliyor bana. Çünkü bu kelime o kadar çok insanın diline dolandı, o kadar çok kalbi incitti, o kadar çok şairin diline dolandı, o kadar çok ozanın tellerine sarıldı ki büyüdükçe büyüdü, kocaman bir dağ oldu. Kimin dizeleriydi bilmiyorum ama “Neler çekmiş halkım, türküler şahit” diyordu. Sanırım bu çekilen şeylere, başta gurbet kelimesi olmak üzere, türküler de şahit. Bir de ben Çiçekdağılıyım. Çocukluğumda karşılaştığım ilk edebi metinler türkülerdi ve düğünler de benim bu dille karşılaştığım tek mekanlardı.  Bu yüzden her türkü dinlediğimde sanki akşam olmuş da düğün evine gitmişiz, köye getirilen “sazcı” gurbet türkülerini ağır ağır söylemeye başlamış, plastik beyaz sandalyeler bir bir boşalmaya başlamış gibi hissediyorum. Bir anlamda gurbette gibi.

Öykülerinizde tabiatı konuşturuyorsunuz. Karakterler tabiatla içli dışlı. Bu insanın özüne doğru bir yolculuk mu? Yoksa taşrada büyümenizin, metne yansıması mı?

Bilemiyorum açıkçası, neden böyle oldu, oluyor. Ancak bu biraz da yaradılışımla ilgili galiba. Hâlâ yaz sonu köydeki ağaçlara sarılıp veda ediyorum mesela, tıpkı Ahmet Yesevi’nin türbesinin yanındaki ağaçlara sarıldığım gibi. Kulağıma çiçek iliştirdiğimde bahar geliyor sanki. Taşrada büyümekle ilgili olabilir, dediğiniz gibi. Beş yaşına kadar köyde yaşadım ve bu yaşıma kadar,  her yazı ailemle birlikte köyde geçirdim. Bir sürü beceri kazandım bu vesileyle. Ellerim özellikle, çok eskidi. Doğduğum toprakların bendeki tesiri, ondan altı yüz küsür kilometre uzakta olsam bile devam ediyor. Hala hatırladığım ilk rüyamı köyün girişindeki lojmanda, evimizde görmüş; dilin büyüsü ve büyüklüğüyle ilk kez, bir ağacın altında karşılaşmıştım. Ayağımı her incittiğimde yaşlı ve şifacı kadınlar iyileştirmişti beni. Bahçemizdeki fasulye sırıklarının arasında kaybolmuş, kuyulara bakmış, topraktan evler yapmıştım. Elma ağaçları başta olmak üzere dallardan inmemiştim. Unutmak istediğim şeyler de var aslında ama hepsini hatırlıyorum ne yazık ki. Şair arkadaşım Mehmet Akif Günerigök, “hepimizin en güzel taşrası” der, çocukluk için. Buna inanmam ama hatırlar ve söylerim hep. Çocukluk, ve çocukluğumuzun geçtiği mekân bir zamana kadar hepimizin en güzel taşrasıdır, diyerek cevabıma son vermiş olayım.

Bir hikâye değil birçok hikâye getirdiniz bize. Sizin deyiminizle birçok hikâye taşıyacak gücü getirdiniz aynı zamanda. Bu hikâyeler bugünü yarına nasıl bağlar? Anlatacaklarınız bittiğinde taşın göğsünde hangi söz kalacak?

Birileri bize bir hikâyeyi taşıyacak gücü getirebilir mi? Bu söylediğime ilk günkü kadar inanıyor muyum acaba? Bunları hâlâ düşünüyorum. Çünkü bazen, ben yazsam bile, kimi hikâyeleri taşıyamayacak gibi hissediyorum. Başka seslere, acı çeken insanlara kulak kesilirken onlarla inciniyor, onlarla güçten düşüyorum. Dünyanın giderek acılaşan şarkısını dinlemek, yaşananlara şahit olmak; yazabilmek bir kenara, dilsiz bırakıyor beni. Ranciere’in o müthiş ifadesiyle “yitirdiği şiirselliği dünyaya geri veremeyecek” olduğumuzu fark ediyorum. Bu yüzden, son zamanlarda kendime şu soruyu soruyorum “Bir acıyı veya hikayeyi bir ömür taşıyan insanları incitmeden bu hikayeyi nasıl anlatabilirim?” İncinmiş olana acımadan yani.

Çağına şahitlik ettiği için metro kelimesini öyküsünde kullanıp insana dair hiçbir şey söylemeyenler ve onların hikâyeleri, yarına kalmayacak gibi geliyor bana, bir anlamda bugünü yarına bağlamayacak gibi. Dilin, sözün, hikâyenin; başka insanları nefrete ve acıya boğmak için bağırdığı, bir şeyi eleştirmek isterken, farkında olmadan berbat bir söylem yarattığı hikayeler bugünü değil yarına, bugüne bile bağlamayacak gibi geliyor. Dede Korkut hikâyeleri, Gılgamış Destanı, Odyssea örneğin. İnsana dair çok şey anlatıyor ve bu yüzden bu hikâyeler hâlâ yaşıyor. Aklıma ilk gelen örnek, Ülkü Tamer’in Tarihte Yaşanmamış Olaylar’ı. Okurken gerçekten de insana ve hikayesine şahit olduğumu söyleyebilirim. O öykülerin dünyası geçmiş zaman olsa bile, bugünü yarına bağlamış diye düşündüm. Farklı topraklarda ve zamanlarda geçen o hikâyeler, neticede insanın hiç değişmeyen hikâyesini anlatıyordu. Müthiş bir diyalog var hatta öykülerin birinde.

“Karşılığında ne vereceksin?”

“Aydınlık günlerimi.”

“Ben ölünceye kadar mı?”

“Hayır. Sen benden önce ölürsün. Ben ölünceye kadar.”

Karşılığında aydınlık günlerimi vereceğim bir şeyse hikâye anlatmak, ve bu ben ölene kadar sürecekse, ve bu yol gerçekten yalnız bir yolsa, ve henüz yolun başındaysam, ve kimi zaman sesimi, hikâyemi sorguluyorsam, ve yanlış bir hikâyeye inanmaktan korkuyorsam; her şey sona erdiğinde taşın göğsünde ne yazacak; bunu hâlâ arıyorum demektir.

Çektiğiniz fotoğraflarda toplumun farklı kesimlerinden insanlar var. İnsanların yüzlerinde neyi arıyorsunuz? Bu yüzleri öykülerinizde nasıl anlatmaya çalıştınız?

Fotoğraf çekmeye, on beşimde İstanbul’a geldiğimde başlamıştım. Belki de bu şehre güvenebilmek için insanları görmem gerekiyordu, hem de en saf, yalın halleriyle. Biliyorsunuz, siyah beyaz fotoğraf, insanın ruhunu da öne çıkarıyor. Bu insanlar, yıllarca bu şehirde yaşasalar bile, çocukları bu şehirde doğsa bile, evlatları bu şehirde yuva kursa bile, bu şehri gurbet biliyorlar. Ve bu insanları; yüzlerini, ellerini, gözlerini, renkler içinde neden renksiz kaldığını fotoğraf çekerek görmeye başladım ben de. Ve bunu görmekle benim için bir kapı açıldı. Kapıdan geçmekle başka bir dünyaya adım attım; herkese gurbet olan başka bir İstanbul’a, bir kapı içinde milyonlarca kapı barındıran başka bir İstanbul’a. İnsanları; zamanın içinde, kapının önünde beklemeye iten bu şehrin, insanları miktarınca kapı inşa ettiğini görmeye başlayınca, bu şehrin insanları gibi ben de kapılar içinde, ve kapılar önünde, ve kapılar ardında kaldığımı fark ettim. Bunu fark etmek neyi getirdi, insanların yüzlerinde, ellerinde, seslerinde, hikayelerinde, kelimelerinde, gözlerinde neler aradım; hissediyorum ama henüz dile dökemiyorum. Artık göremiyorum da gerçi, maskelerden dolayı. Bu yüzden, pandemiden sonra hiç fotoğraf çekmedim ve şehirde avare dolaşırken kendimi güvende hissetmedim. Çünkü benim önemsediğim ve görmek istediğim şey, insanların yüzlerinde gördüğüm hâl idi. Yüzlerini görmediğimde, aydınlık gözlerinin ardında karanlık taşıyan insanlarla doluyordu sanki şehir. Ve bunu değil göstermek, görmek bile istemiyordum.

Son olarak okurlarımıza neler söylemek istersiniz?

Yoruldum açıkçası. Sizi de, buraya kadar okuyanları da yordum belki ama okur kelimesini görünce  son bir şey söylemek istediğimi fark ettim. Okurluğun yalnızca kitapla hemhal olmak olduğunu düşünmüyorum. Mademki gözlerimiz, kulaklarımız, ellerimiz; mademki kalbimiz, aklımız ve vicdanımız var; bunları kullanarak, gücümüzün yettiğince etrafımızda olup bitenleri de okumaya çalışmalıyız. Yalnızca kitap -ya da tweet- değil, kainat kitabını da okumak gerek. İnsanların yüzlerini, söyledikleri kadar söylemediklerini, içinde yaşadığımız çağı, coğrafyamızın hikâyesini ve tarihini, belki de en çok kalbimizden geçenleri, her gün söylediğimiz cümleleri, o şarkıyı neden dinleyip durduğumuzu, o insanla neden dost olduğumuzu, o denize neden baktığımızı, o kelimeyi neden düşünüp durduğumuzu, o ağacın altında neden oturduğumuzu da okumak. Gerçekten ben de okumak, okuyabilmek için çabalıyorum; yazılanlar kadar yazılmayanları, bu yüzden anlamını ancak arayarak bulacaklarımızı.

 

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.