Mübadil-II
***
Uyanılan sabah güneş başka bir güne doğuyordu. Bir vuslatın doğumu olacaktı adeta bugün. Bursa sokakları geride kalan büyük hala Alina Hanım ile yeğeni Sofya’yı buluşturacaktı. Sofya, sabah ezanının sesiyle birlikte uyanmıştı. Mektuplarını ve fotoğraflarını derledi, topladı. Kahvaltı yapma isteği yoktu. Otelinden çıktı ve hanın yolunu tuttu. Yolda giderken birkaç şey alıp Said Efendi ve İvaz’la yerim diye düşünerek yürüdü.
Sofya, Ulu Cami’nin yukarı mahallelerinden gelirken Said Efendi ve İvaz da kahvaltılarını evde yapmış, sabah namazlarını kılmak niyetiyle Ulu Cami’yi istikamet almışlardı. Namazlarını kılıp handaki dükkanlarını açmaya gideceklerdi. Dünün anlamlı burukluğu hala üzerlerinde hissediliyordu ve gözle görülüyordu. Ahbaplarıyla muhabbet ederlerken adını koyamadıkları duygularını gözlerinin içinde beliren ışıltı ve hüzünle anlatıyorlardı. Eski ahaliden olan ailelerin çocukları Said Efendi’yi dinlerken onun yaşadıklarını bire bir yaşayamasalar bile özümseyebiliyorlardı. Zamanın hızı onları esir etmişti bugüne. Ne kadar farklıymış atalarının yaşadıkları bugünler. Sıradan, alışılmış ve benzer anılar bıraktıklarını fark ediyorlardı hepsi. Bir başka memleketliye yabancı gözüyle bakar olduklarını düşündükçe kendilerinde bilmeden oluşturdukları insanlardan uzaklaşma davranışını yavaş yavaş anlıyorlardı. Dedeleri bir Rumla, bir Ermeni ile dost idi. Ne ara bu hale gelmişlerdi, tarihin sayfalarını okuyabilenler üzüntünün en derinlerini yaşayanlar olmuşlardı. Sohbet muhabbet camiye ulaşınca yerini sessizliğe ve düşüncelere bıraktı. Namaz kılındı, dualar edildi. Caminin kapısına doğru ilerleyen Said Efendi ve İvaz, kapının ağızında bekleyen Sofya’yla göz göze geldi. Bekliyorlardı fakat bu kadar erken geleceğini düşünmemişlerdi. Şaşırdılar, hayırlı sabahlar dilediler, dükkana doğru yürürken dünün üzerlerinde bıraktığı hislerden bahsettiler.
Sofya, hana geldiklerinde yolda aldığı üç simit ve peynirli, domatesli ekmeği çıkardı. ‘’Tek başıma kahvaltı yapamadım, birlikte yiyelim istedim.’’ dedi. Said Efendi, evde kahvaltı yaptıklarını fakat Sofya’ya eşlik edebileceklerini söyledi. İvaz hemen kalkıp çay getirmeye gitti. Çaylar gelince kahvaltılarını yaptılar. Sofya’da bir şeyler söyleyecekmiş de söyleyemiyormuş gibi haller vardı ve Said Efendi bunu hemen sezdi.
Said Efendi: – Kızım bir şey söyleyeceksin galiba, utanmadan söyleyebilirsin.
Sofya: – Said amca, ben Alina halamı görmek istiyorum ama sizin işleriniz var. Bana adresini verir misiniz diyecektim. Sizi meşgul etmek istemiyorum, öğle olduktan sonra buralar çok kalabalık oluyor.
Said Efendi: – Kızım estağfurullah, olur mu hiç öyle şey. Ben de seninle gelmek isterim ama şu an maalesef gelemem. Akşamı beklerim diyorsan dükkanı kapatınca birlikte gidelim.
Sofya: (Said Efendi cümlesini tamamlayamadan) – Yok, Said amca. Hemen gitmek istiyorum. Aynı şehirde olduğumuzu düşündükçe içimdeki hisler beni daha fazla isteklendiriyor. Size zahmet olmazsa bana adresi verebilirseniz ve biraz da yolu tarif ederseniz çok mutlu olurum.
Said Efendi: – Kızım o zaman İvaz seni götürsün Alina Hanım’ın yanına. Tek başına gitmene gönlüm razı gelmez. Çok uzak değil, yürümek isterseniz yirmi dakikada oradasınız. Yeşil Cami’yi duymuşsundur Tatyos Efendi’den illaki. Cami ve türbeye beş dakika mesafede ikamet ediyorlar. Hem oraları da görmek istersin. Sanat Tarihi adına çok şeyler öğrenirsin oralardan.
Sofya, elindekileri yedikten ve çayının son yudumunu aldıktan sonra İvaz’la birlikte yola koyuldu. Yol üzerinde birçok değerli eserin varlığından haberdar olan Sofya her birini İvaz’la tekrardan görürken sanki bir rehberle dolaşıyormuş gibiydi. İvaz her birinin yapılış hikayesini teker teker anlatıyordu Sofya’ya. Tüm bu bilgilere hakim oluşuna şaşırmıştı. Bu hakimiyetin nereden geldiğini sormak istemişti İvaz’a ve dayanamadı sordu.
Sofya: – Yanlış anlamazsan bir şeyler sormak istiyorum sana. Burada yaşıyorsun ama büyük dedemlerden ve babalarımızdan daha çok şey biliyorsun buradaki mimari hakkında. Her bir detayını, yapılış amacını.. Bu beni şaşırttı. İlginin sebebi burada yaşıyor olman mı yoksa başka bir sebebi var mı?
İvaz: – Neden yanlış anlayayım ki ne istersen sorabilirsin. Cevabı bendeyse cevaplarım tabi ki. Sanat Tarihi okuduğunu söylediğinde söyleyecektim ama rast gelmedi hem de konuşmanı bölmemek için söylemedim. Üniversitemi birkaç yıl önce bitirdim fakat kendi alanımda ilerlemeye fırsatım dahi olamadan handa babamın yanında çırak olarak çalışmaya başladım. İşimden çok da farklı bir mesleğim yok gerçi. Babamdan ve ailemden uzakta kalmak istemediğimden Kültürel Miras ve Turizm okudum açıktan. Ailemizi biliyorsun babam anlattı, buradaki en eski ailelerden biri. Bu kadimlik bende bir sorumluluk hissettirdi ve okulumu da bu alanda okumak istedim. İlgim çokça vardı ama bilgim duyduklarımdan ibaretti. Şehrime ve geçmişime hakim olmak istedim diyeyim açıkçası.
Sofya: – Şu an bunları duymak da beni çok şaşırttı. Bende işler biraz daha farklı ilerledi haliyle. Hayatlarımız, mazimizin hikayesine göre şekillenmeye devam ediyormuş. Ailemin acıları kadar bilinci de oldukça yüksek. Geçmişinde bu yükseltileri yaşayan aileler topluma daha güçlü karakterler yetiştiriyor bence. Kendi devrimin farkında, geçmişimin de farkındaydım çocukluğumdan beri. Anlatılan çok yaşanmışlık vardı, tahmin edebilirsin. Herhangi bir yönlendirme olmadan tarihi akışın içerisinde yer aldığımızı fark ettim. Sonra ailemin hikayesinin benim üzerimden devam edeceğini anladım. Bizim hayatımızın akışına biz karar veremedik ama ben de artık yön verenlerin içinde olmak istediğimi iliklerime kadar hissediyordum. Aslında kendime bir hayat amacı belirlemiştim istemli veya istemsiz. Yaşanmış acı hikayelerin sesi olmak. Daha üniversite sınavına hazırlanırken tarihle alakalı bir bölüm okumak istediğime karar vermiştim bile. Birkaç bölümden birinde karar kılmam gerekiyordu, ben de Sanat Tarihi’nde netleştirdim fikirlerimi. ‘’Hikayesi güçlü olan insan da güçlüdür’’ derdi büyük dedem Tatyos Efendi.
Sofya, sadece kendi hayatını yaşamamış hüzünlü bir ayrılık yaşayan tüm milletinin acısını da yaşamıştı gencecik bedenindeki olgun ruhuyla. Derslerinin her birini yüksek notlarla geçtikten sonra gelmişti zaten Bursa’ya da.
İvaz da Sofya’yı dinledikçe yavaş yavaş kendisinin de büyük dedelerinin hikayesine ait olduğunu hatta o hikayenin bir devamı olduğunu fark edecekti. İvaz, yıllar öncesinden birine dokununca aslında nasıl bir topluluğun içerisinde olduğunu anlamıştı. Sofya da doğru gittiğini geçmişinden kişilerle konuşunca tasdiklemişti.
Sofya, Bursa’da büyük dedesinden duyduğu pek çok yeri gezerek büyük halası Alina Hanım’a doğru yol alırken İvaz, kendi yaşlarına yakın bu Rum kızın hayatının akışındaki bu keşif dolu zamanları yıllardır içinde olduğundan ve bu ruhla yetiştiğinden merakla soruşturmamıştı. İçindeki merakın onu Sofya kadar yakmadığını fark ettiğinde kendine karşı bir mahcubiyet hissetti. Sofya, İvaz’da da bu merak dürtüsünü ateşlediğini anlamadan yürüyordu sokaklarda. Hayatı sadece duyduklarından, yaşadıklarından ve okulda öğrendiklerinden ibaretti İvaz’ın. Sofya ona öyle güçlü hisler bırakmıştı ki bu kadim şehrin geçmiş kapılarını aralamıştı adeta ona.
Sokakları adımlarken Bursa’nın eski evlerini fotoğraflıyordu oluşturduğu arşiv için Sofya. Anısı olduğunu düşündüğü her bir taş parçası kıymetliydi gözünde. Son fotoğrafı çekip başını kaldırınca renkli ahşap dükkanların arasından Yeşil Türbe’nin kubbesini gördü. Ve gözlerini yanında yürüyen İvaz’a çevirdi. Ne anlatmak istediğini belli etmek istercesine salladı kafasını İvaz.
İvaz: – Yeşil Türbe işte burası. İçeri girmek ister misin yoksa Alina Hanım’ın yanına mı gidelim hemen?
Sofya: – Bura ile alakalı çok şey anlatırdı büyük dedem. Özellikle görüp incelemek istediğim bir yer. Zaten az kaldı, büyük halamın yanına gidelim. Belki o da benimle görmek ister, birlikte geliriz.
İvaz: – Tamam, ara sokaktan gireceğiz. Hadi gidelim.
Sofya uzaktan gördüğü Yeşil Türbe’nin kubbesini fotoğraflayıp koşar adım İvaz’a yetişti. İçinde anlamını bildiği ama anlam veremediği bir his vardı. Yaşayan bir özlem vardı içinde. Dakikalar sonra vuslata erilecek ve hicran son bulacaktı. Köşedeki mavi binanın yanından hızlıca ilerlediler. İvaz, Sofya’ya Salim Sokak’taki Venedik sarısı ahşap binayı geçtikten sonra Yeşil Sokak’ta bulunan kehribar renkli ahşap eliböğründeleri olan evin Alina Hanım ve büyük amcası Musa Bey’in olduğunu söyledi. Büyük halasıyla arasında sadece bir sokak olduğunu öğrenen Sofya’nın kalp atışlarının değişimini nefesindeki hızlanmadan anlayan İvaz, sokağın ortasında birden durdu. Sofya, İvaz’ın durduğunu bile fark etmeden neye benzediğini dahi bilmediği kehribar renkli binayı arıyordu. İvaz, heyecanlı olduğunu, bu Rum kızın dedesinin hatırlamadığı, babasının yüzünü sadece fotoğraflardan gördüğü Alina için kendisini gözünün görmediğini bildiği için koşarak söyledi söyleyeceklerini ona.
İvaz: – (Yüksek bir sesle) Sofya.. Sofya.. Sana söylemem gereken bir şey var… Alina Hanım şimdilerde seksen yaşına yaklaştı. Pek çok hastalığı var haliyle. Ama merak etme ciddi boyutta olan hastalıklar değil. Bazen olayların akışında unuttuğu durumlar olabiliyor. Eğer sen onunla konuşurken bir şeyleri hatırlamasına yardımcı olursan daha sağlıklı bir iletişim kurabilirsiniz. Çok sık soru sormayalım, pek konuşkan da değildir kendisi zaten.
Sofya: – Be-ben hiç böyle düşünmemiştim. Sanki kollarını açıp beni bekliyor diye hayal ediyordum.
İvaz: – Yok, hayır. O anlamda söylemedim, merak etme. Senin geleceğini biliyor ve çok istekli bir şekilde bekliyor. Sen onun canından bir parçasın. Düşünsene bir ömür kendi ailesinden ayrı sadece eşi Musa amcanın ailesini ailesi bilmiş. Ben sadece çok yaşlı olduğu için fazlaca endişelendim sanırım, kusura bakma seni üzmek istemedim.
Sofya: – Birden kafam çok karıştı. Kendimi bir uçurumdan başka bir uçuruma uzanan bir köprünün başındaymışım gibi hissediyordum. Yürüdüğüm yollar, köprü gibi gelmişti. Sen hatırlayamayabilir deyince köprünün üzerinde dizlerimin bağı çözülür gibi oldu. Asıl ben özür dilerim, hassasiyetini anlayamadım.
İvaz: – (Yüzü düşük fakat heyecanlı bir şekilde) Geldik. Girelim mi içeriye?
Sofya, kehribar renkli, cumbalı ve ahşap eliböğründeli evin ne demek olduğunu gözlerinin karşısında görünce anladı. Demek ki büyük halası Alina gençliğinden yaşlılığına kadar bu güzelim evde geçirmişti ömrünü. Bir iç çekti, bir adım attı ve ‘’Hadi girelim.’’ dedi.
İvaz , Sofya’ya öncülük ederek iki katlı evin kapısının önüne geldi. Zile basarak kapının açılmasını beklediler. Kapıyı açmaya kendi yaşlarındaki Alina Hanım’ın torunu Derya üst kattan koşa koşa inerek gelmişti. Kapıyı araladı ve İvaz’ı görünce kapının aralığını genişletti. Sofya’yı görmek için kafasını uzattı, gördüğü kızın babaannesi Alina Hanım’a benzerliği karşısında şaşkına döndü. Kekeleyerek ‘ho-ş-geldiniz, hoş geldiniz’ dedi. Suratında hafif bir gülümseme oluşmuştu. ‘Buyurun, yukarıdayız. Sizi bekliyorduk.’ diyerek üst kata çıkardı misafirlerini. İvaz yine öncülük ederek basamakları birer ikişer çıktı. Üst kata çıktığında arkasına dönüp Sofya’yı göz ucuyla süzdü. Derya’nın dudağının aldığı şekil onu da gülümsetmişti. İvaz, Alina Hanım’a hitap ederken ‘yenge’ diyemezdi. Alina teyze derdi. Alina teyzesine seslendi.
İvaz: – Alina teyze, selamünaleyküm. Bak sana kimi getirdim. Çayın var mı bize?
Alina Hanım: (Kapıya doğru yönelerek) – Aleykümselam oğlum. Olmaz mı, sana her vakit demli çayım var.
Alina Hanım, Sofya’yı görünce bir an düşündü. Bu yabancı kız aslında bu evdeki herkesten çok daha yakınıydı onun. Nasıl hoş geldin demeliydi, nasıl davranmalıydı bir türlü işin içinden çıkamadı. Ve ayağa kalkarak yanına kadar gitti misafirinin. Ağır ağır da olsa yürüyen sağlıklı bir bedeni vardı yaşına göre. Sadece birkaç hastalık arada yokluyordu, çok da uzun kalmıyorlardı. Yaşlılığı, çevresindekileri korkutuyordu haliyle. Sofya’nın yamacına kadar geldi ve elini tuttu.
Alina Hanım: – Sen.. Benim.. Yeğenim.. Andre’nin kızı.. Sen benim biricik ağabeyim Andre’nin kızısın. Ben Andre’yi en son gördüğümde senin yaşlarından bile küçüktüm.
Sözlerini toparlamakta zorlandıkça Alina Hanım fark etmeden Sofya’nın ellerini biraz daha sıkıyordu. Konuşamıyordu fakat karşısında duranın onun ailesinin bir parçası olduğunu biliyordu. Ağzından bir bir çıkan kelimelerle gözünden dökülen yaşlar ikisini daha çok yakınlaştırdı. Sofya, Alina halasının ellerini ellerinin arasına aldı; önce koklaya koklaya uzunca öptü, sonra kollarını bıraktı boşluğa doğru. Süzülen havanın oluşturduğu rüzgar bir kavuşma sarılmasını haber veriyordu onlara. Sofya daha fazla tutamadı kendini ve içindeki anlamsız boşluğu kolları arasına aldığı seksen yaşlarındaki yolda görse tanıyamayacağı büyük halası Alina’yla doldurdu.
Evdekiler bu buluşmanın olacağını elbet biliyorlardı. Fakat bu zamana kadar neden olmadığını, ne zaman olacağını, kim tarafından olacağını bilmiyorlardı. Herkes derinden bir nefes aldı. Onları kendi kendilerine bırakmak istediler ama arkadan bir ses ‘Gelin çay sofrasında devam edelim ağlaşmaya’ dedi. Bu ses, Alina Hanım’ın eşi Musa Bey’in sesiydi. Yıllar önce aşık olan bu çiftin sorumluluklarının ve ayrılıklarının hepsini omuzlarında hisseden Musa Bey bu sessiz, ağlamalı buluşmayı kaldıramayarak o sessizliği bozmak istemişti. Elbette kötü bir niyeti yoktu fakat içinde yıllardır biriktirdiği yükü bir şekilde hafifletmesi gerekmekteydi.
Sofra misafirler gelmeden kurulmuş, onları beklemekteydi. Derya herkesi sofraya buyur etti ve teker teker oturuldu. Musa Bey sofranın başındaki yerini aldı, yanına Alina Hanım ve elini hala bırakamadığı yeğeni Sofya, onun yanına torunları Derya oturdu. Büyük amcası Musa Bey’in diğer yanına İvaz, onun yanına ise Musa Bey’in oğlu ve eşi olan Derya’nın anne, babası oturdu. Kocaman bir aile sofrasında olduğunu hisseden Sofya’nın içinde oluşan ferahlık hissi ona yaşamak istediği aidiyeti yaşatmaya yetmişti.
İlk olarak bu hikaye için çok teşekkür ederim. Hikayedeki derinliği betimlemeler ile o kadar hissedebiliyorum ki merakla diğer bölümünün yayınlanmasını bekliyorum. Ellerinize sağlık Sıla Hanım..
Bunları hissettirebiliyor olmak beni çok mutlu eder, ben teşekkür ederim.