Allah Var!
Bir anadan ve bir babadan dünyaya geliyor, okula gidiyor, meslek ediniyor, evleniyor, ölüyoruz. Onlarca insanla tanışıyor, pek çok güzel manzara karşısında hayranlık duyuyor, seviniyor, üzülüyoruz. Saatlerin bu denli yavaş geçmesine karşın ömür göz açıp kapayıncaya kadar tükeniyor. Hayatın koşuşturmacası içerisinde bir zamanlar hayranlık duyduğumuz, şaşırdığımız durumlar da sıradanlaşmaya başlıyor. Hayretimizi yitiriyoruz gün geçtikçe. Misal, boğaz manzarasını ilk gördüğümde, ilk kez yüksek bir tepeden Kız Kulesi’ne, tarihi yarımadaya baktığımda bu güzelliğe duyduğum hayreti asla kaybetmeyeceğimi sanmıştım. Bu efsunlu manzaradan gözümü bir an ayırsam, çok büyük kayıp yaşayacaktım sanki. Fakat insan alışıyor. O zamanlar görmekten çok büyük bir heyecan duyduğum manzara, şimdilerde nispeten daha normal, daha olası geliyor. Hayatın akışı içinde yeri geliyor başımı kaldırıp bakmayı dahi unutuyorum bazen. Böyle böyle yitiriyoruz hayreti. Nasıl ki öykü durağanlığın sekteye uğradığı, alışılmışın bozulduğu “o an”dan filizleniyor, hayret de böyle sanıyorum. Tüm bu telaşlı koşuşturmacanın, sorumlulukların, yetişmesi gereken işlerin arasında, koşar adımlarla yürürken durup baktığın yeri görmeye başladığında, aldığın nefesi hissettiğinde, o nefesin tüm vücudunu dolaşıp gidişini takip ettiğinde… Bir çiçek takılıyor belki gözüne, babasının elinden tutan bir çocuk, bir ses, bir koku… Yeniden yaşadığını hatırlıyorsun.
Bir gün, arkadaşımla Galata Köprüsü’nün altından karşıya geçiyorduk. Otobüse yetişmemiz gerekiyordu. Karşımdaki harikulade manzarayı görebilmek bir yana, balık lokantalarından gelen seslerden ve oltalardan kaçmak için acele ederken önüme bile bakmıyordum. Tam o sırada saçı sakalı birbirine karışmış, üstü başı perişan bir meczup geldi yanımıza. ”Siz biliyorsunuz!” dedi. Şaşırdım. ”Neyi biliyoruz?” , ”Allah var!” dedi heyecanla. ”Evet amca, var!” demiştim gülerek. Hızla ayrılmıştık yanından. Komik gelmişti o zaman. Senelerce görmediği bir sevdiğine kavuşmuş gibi koşmuştu yanımıza. ”Siz biliyorsunuz!” derken duyduğu heyecan gözlerinden okunuyordu. Oysa bilmiyormuşum demek ki, bilsem gülmezdim. Allah var, bunu söylemek ne kadar kolay… Öylesine alışmışız ki hayretimizi yitirmişiz. Yeni bir şeyi keşfetmiş gibiydi amca. Sanki az evvel görmüştü de, gelip bizi de haberdar etmek istemişti. Biz ise Kuran kursundan yeni çıkmıştık o gün. Hadis, akaid, siyer dersleri görmüştük. Hiç Allah var! demek gelmemişti aklıma, gerek de duymamıştım. Belli ki hiçbir güzellik bana O’nun sanatını hayret uyandıracak derecede hatırlatmamıştı o güne kadar. Onca ilim tahsili, papağan gibi tekrarlamaktan ibaret kalmıştı belki de. Ne zaman bir güzellikle karşılaşsam bu amca gelir hatırıma. Saniyeler içerisinde gerçekleşen şu hadise, bana hayatımın dersini vermişti. İlmin de idrakin de anahtarı hayret… Hayret olmadan idrak, idrak olmadan da muhabbet olmuyormuş meğer. O amcayı tekrar görmeyi çok isterdim. Haklıymışsın amca, biz görememişiz. Allah varmış! diyebilmeyi çok isterdim. Ne var ki insan nisyana mahkum. Her unutuş tahatturu hakaike açılan yol. Hızın ve hazzın hakim olduğu bu çağda bazen yenilmek pahasına durmak, koşuyu yarım bırakmak ve “Allah var!” demek lazım.