Babam ve Kalp Kırıntısı
Küçükken babam uyandırmaya gelmezse asla yataktan çıkamazdım. İki katlı, gri renkten demir bir ranzamız vardı. Ben üst katta yatardım. Buz gibi, pürüzlü ölü duvara yaklaşırdım ablamlar bana uzanamasın diye. Uzanamazlardı da. Annem yemekleri sofraya özenle yetiştirmenin o tatlı telaşı içinde… Son çare babama seslenirlerdi. Babam da kendinden emin adımlarla sessizce gelmeye çalışırdı. Ama gürültülü bir gölgesi vardı, gizleyemezdi işitirdim. Anlardım geldiğini. Kirpiklerim kıpır kıpır ama neyse ki gözlerim sımsıkı. Yüzümü görmezdim ama şapşal bir gülümseme olduğunu şimdi bile anımsarım. Ciddi kalmak için o kadar çabalardım ki. Hem de evcilik oynarken anne rolünü canlandırmaya çabaladığım kadar. Çünkü babam ismimi farklı söylerdi, kelimeler benim kulağıma gelene kadar komik bir dans içinde yuvarlanır dururdu. Bazı zamanlar hemen bu tuzağa düşerdim, kıkır kıkır gülerdim. Ama çoğu zaman babamın sorular sorarak uykumun benden hışımla kaçtığını hatırlarım. Cevaplarımı dinliyor muydu bilmiyorum ama sanki ona karşı hayallerimi dillendirince kanatlarım çıkar gibi olurdu. Üst kattan uçarak inebilecekmiş gibi aniden çıkagelen ukala kanatlar…
Yedi yaşındaydım. Bu yaş bana çok saçma sapan, kekre yükler yükledi. Taşınmayacak yük değildi ama altında ezilmemek için kendimi paramparça ettiğimi belki yeni fark ettim. Daha kolay taşırım mı zannettim bilmiyorum. Ama taş oldu, ayaklarımı kanattı yürürken. Cümlelere takıldım da, o taşlarla seksek oynarken buldum kendimi. Anlamazlardı dedim. Anlasalar da nasıl anlatacaktım. Sabır taşı edindim kendime. Derdimi yerden topladığım, pastel boyalarımla renklendirdiğim taşlara anlatırken buldum. Ablamın evde unuttuğu kitapları okudum. Papatyaları öldürüp ayraç yaptım ki istedim kokusu sinsin her bir sayfaya. Bir de günlük tuttum ki geçti işte diyebilmek için. Geçti işte ve sende büyüdün, alıştın herkes gibi demek için. En büyük derdimin günlüğümün bitmesi olmasını diledim, geceleri bir türlü kayamayan sönük yıldızlardan. Nefret etmezdim kimseden, çok da bağlanamazdım kimseye. Kırılacak veya sevebilecek kadar arkadaşım olmadı hiçbir vakit. Evimizin aşağısında büyükçe bir mısır tarlası vardı. Püsküllerinin fırtınalı günlerde dört bir yana savrulup beni fısıltısıyla uykuya daldırdığı mısır tarlası… Bazı zamanlar oraya inerdim, karıncalar için toprakta tüneller açardım. Küçüksünüz ama bakın size kocaman bir yol açtım derdim. Tanrım sen de öyle diyorsun değil mi? Zor evet ama alın size kocaman bir kapı, yürüyün. Yol toprakta bitmiyor, yol asıl burada başlıyor. O an anlardım toprağın sadece benim üstünde oyunlar oynayamayacağım kadar tenha bir yer olmadığını. Karıncaların kalabalık konvoyunu izlerdim de izlendiğimi bilmezdim o zamanlar. Karıncayı bile incitmedim diyemedim çünkü nerden bilebilirim bunu. İncindiyse açık açık diyebilir miydi, ben diyeyazdım ama yalnızlığın ağzımda bıraktığı izbe tadı yüzünden hiçbir zaman cesaret edemedim. Uzunca sohbet ettim onlarla ama sormak aklımın ucundan dahi geçmedi. İnsanlarla nasıl konuşulur bilmezdim ama karıncalar için müthiş süslü cümleler kurardım. Annemin sobanın fırınında yanlışlıkla unutup da yaktığı ekmeklerden kırıntılar koparırdım. Tünellerin sonuna bir kırıntı ekmek koyardım. Buraya kadar geldiniz, alın işte bu da ödülünüz derdim. Gün biterdi ama benzi solmazdı kahkahamın. Koşar babamın benim için dokuma ipten ceviz ağacına astığı salıncakta sallanırdım. Düşen cevizleri toplayıp piknik yapardım. Sanki hemen hava kararacak da akşam olacak diye ödüm kopardı. Günlerin çuvala girdiği günlerdi belki de. Akşamları incir ağacının dibinde pek dolanma derdi köyün çirkin suratlı, orta yaşlı kadınları. O yüzden sokaktaki gece lambası yanar yanmaz eve koşardım. Annemin çağırdığını hiç hatırlamam, aslında o yaşlarda annemi hiç hatırlamam. Ona nasıl seslenirdim, nasıl kucağına uzanıp saçlarımı okşardı. Bana adımla mı seslenirdi yoksa başka bir seslenişi mi vardı. Annemle ilgili hatırladığım tek şey sanırsam daracık evde her zaman yemek pişirme telaşı içinde koşuşturmasıydı. O koşuştururken bende incir bahanesiyle eve girerdim, bu yüzden de hiç sevmedim incirleri. Sanki bir ısırık alsam hemen gece çökecekmiş gibi olurdu üzerime.
Evimizin azcık ilerisinde balkonlu bir de ev vardı. Yaşlı kadın ve eşinin yaşadığı, kocaman büyülü ormanı andıran bahçesi olan bir ev… Bir tavşanı takip etmeden de girebilirdim o büyülü bahçeye her gün. O zamanlar tahminimce seksen yaşındaydılar. Sabah ezanıyla balkona oturur, ellerindeki tespihle hem son ibadetlerini yapar hem de yoldan geçenleri izlerlerdi. Ben de her gün onları ziyarete gider evlerine kucağıma zar zor sığan üç beş odunu taşırdım. Şeker ilaçlarını içmek için mutfaktan derin demir taslarla su getirirdim. İçerisi hep loş hep karanlık… Karşılığında da dört çekmeceli şifonyerin en altında, arkalara sakladıkları kahverengi cam şekerlerden almamı söylerlerdi. Bir tane alırdım mutlaka, sanki iki tane alsam fark ederlermiş gibi bir tane alıp elimde de göstererek teşekkür ederdim. Evin yolunu tutardım sıkıca. Şimdiki gibi eve döneceğim ama hangi yolla diye düşünmezdim. Bulurdum yolumu, yol beni kat ederdi yaşıma aldırmadan. Eve vardığımda soba yanmasa da sıcak olurdu babamın yanı. Ailenin o samimi sıcaklığı çarpardı hafifçe yüzüme. Daha gün bitmeden günlüğüme koşardım. Unuturdum yoksa. Unutabilmek yaş aldıkça güzel bir kelime oluverdi benim için. Küçükken çok korkardım bu kelimenin ağırlığından. Şimdi ‘keşke’ demiyorum ama ‘unutsam’ diyorum. Unutsam da kaybolsam herkes beni unutsa. Ama babam unutmasın, uyanamam yoksa…