FOTOĞRAFLAR CANLIDIR

11.04.2020
692
A+
A-
FOTOĞRAFLAR CANLIDIR
FOTOĞRAFLAR CANLIDIR

Öğle vakti saat iki civarı, yurt arkadaşım Hilmi ile, Anıtkabir ziyaretinden çıktıktan sonra Söğütözü’nde faaliyet gösteren Kitap Fuarı’na gitmek için Kızılay metrosuna girdik. Ben metro istasyonun duvarına büyükçe asılmış olan fuar reklamına bakarken Hilmi o sırada yanımdan ayrılmış ve boş bulduğu banklardan birine çoktan oturmuştu. İlana bir süre göz gezdirdikten sonra yanına gittim. Günün geri kalan planını konuşmaya başladığımız esnada Hilmi aniden yerinden fırlayarak hemen arkamda duran birine ”Buyur gel, otur amca” dedi. Adam altmış beş yaşlarında, bembeyaz uzun sakallara sahip, beyaz benizli, mavi gözlü, parlak bakışlı bir adamdı ve başında da siyah bir takkesi vardı. Bu yaşlardaki birinden genellikle fiziksel sıkıntılar çekmesi ve yüzünde daima yıllanmış bir yorgunluğun izlerine rastlanılması beklenirdi. Fakat adam fiziksel açıdan gayet kuvvetliydi ve yüzünde de otuzlu yaşlardaki bir insanın hem olgunca hem de bir o kadar tecrübesizce yaşama atılma isteğinin izleri vardı. Hani olur ya; bazı insanların içinde gram kötülük olmadığına onların sadece yüzüne bakarak inanırsınız, işte bu adam tam da öyle bir adamdı. Kısa bir süre birbirlerine metro istasyonundaki tek boş bankı ısmarlayıp durdular. Bu bana kalırsa çok büyük bir cömertliktir. Çünkü on sekiz yaşındayken memleketim olan Tarsus’tan çıkıp, farklı amaçlarla gidip, yaşama fırsatı bulduğum büyük şehirlerde hep ama hep genç nüfusun bu basit saygı hareketinden mahrum kaldıklarını gördüm. Eskiden olsa, bildiğim kadarıyla, otobüslerde yahut bu tarz bekleme yerlerinde yer vermemek adına uyuma taklidi yapılırdı fakat devir öyle bir devir olmuş ki, herkes gözü açık haldeyken ve birbirlerinin yüzlerine bakarken bu cömertliğe yeltenmiyor, üstelik sohbet aralarında ”yaşlılara yer vermek” bahsi açılınca bütün bir cesaretle bunun gereksiz bir hareket olduğu iddia ediliyordu. Çünkü gençlere kalırsa; yaşlılar toplu taşıma araçlarına öğrencilerden daha düşük bir ücretle biniyor, öğrenciler ise bu fiyatlandırma konusunda sömürülüyordu. Bunun üstüne bir de,yine öğrencilere göre, yaşlılar konforlu bir seyahate duygu sömürüsü yaparak ulaşmaya çalışıyorlardı. Bir kez şahit olmuştum, ne de kolay çıkıyordu dilden şu cümle: ”Yaşlıysa yaşlı, bana ne?” Ama neyse ki Hilmi bu tarz düşüncelerden uzak duran biriydi. Vicdanını dünyanın gölgeleri arasında kaybetmemişti henüz.

Hilmi’den söz açmışken onu biraz tanıtmak gerekir. Yirmi yaşında Sosyoloji ikinci sınıf öğrencisi. Sarı ve orta uzunlukta saçlara, yemyeşil kısık gözlere,geniş omuzlara ve kısa boya sahip, kendisinin tabiri ile ”Vücut ölçüleri enine boyuna eşit” olan bir gençti. Laf olsun diye ”Ekvatordan geniş, kutuplardan basık” demişliğimiz bile olmuştur. Ankara’ya köy hayatından gelmiş, ortaokul ve lise dönemlerinin çoğu ise yurtlarda geçmişti. Eğer, ”İnsanın kendini tamamlaması için başka bir insana gerek var mıdır? sorusu bana Hilmi’yi tanımadan önce sorulsaydı kesinlikle ”Evet” cevabını verirdim. Fakat Hilmi’yi tanıdığım gün bu cevabımı tersine çevirdim. Evden uzak günler geçirmiş olması ailesine karşı olan duygusal bağlarını biraz zayıflatmıştı fakat bu güne gelene dek onlara karşı saygıda tek kusur işlediğine şahit olmadım. Onunla bu yurtta ilk tanıştığım vakit dış görünüşüne karşı ön yargılıydım. Saç uzatan, bileğine farklı türden bileklikler takan, yüzüne bakınca hayatı pek de umursamazmış gibi görünen biriyle bu kadar hakiki dostluk kuracağımı düşünmemiştim. Fakat insanları bedenlerinin de ardında incelediğin vakit, yani onların esas benlikleri olan kalpleri ve vicdanlarıyla tanıştığın vakit, gözle görülen bu beden denilen şeyin kapı arkasına asılan kıyafetlerden başka anlamlar ifade etmediğini anlıyorsun. Hilmi’nin, ailesine gösterdiği saygıyı dünyanın geri kalan insanlarına da göstermekte gram şüphe etmediğini bir metro istasyonunun demir banklarında anlamış oldum.

Yaşlı adam ve Hilmi bir süre daha birbirlerine boş bankı ısmarlamaya devam ederken ne olduğunu anlamadan her ikisi de ayakta iken sohbet etmeye başladılar. Ben o sırada ikisine biraz uzak kalmıştım. Fakat adam ara sıra arkasını dönüyor, benim Hilmi’nin arkadaşı olup olmadığımı anlamaya çalışıyor ve daha sonra tekrar Hilmi’ye dönerek sözlerine devam ediyordu. Hilmi’ye öğrencilik hayatıyla, memleketiyle, şu an neler yaptığıyla, nereden gelip nereye gidiyor olduğuyla ilgili sorular sorup cevaplarını da alınca tekrar yüzünü bana döndü ve gülerek ve gayet tatlı bir ses tonuyla ”Yanımıza gelsene neden öyle uzak kaldın bizden?” dedi. Cevap vermeden yanlarına üç-dört adım yaklaştıktan sonra aynı yüz ifadesi ve ses tonuyla ”Bir şairin sözü geldi aklıma” dedi ve ekledi: ”Uzaklarda arama, aradığın hep yanıbaşındadır” Basit fakat güzel bir sözdü. Amatörce yazdığım, karmakarışık imgelerle, dolambaçlı sözlerle ulaşmaya çalıştığım o dize, bir yabancının dudaklarından dökülünce şaşkınlıktan ne diyeceğimi bilemedim. Gözüm o sırada elinde sıkıca kavradığı poşete takıldı. Poşetin üstündeki reklamdan anladığım kadarıyla bir baskı merkezinden alınmıştı. Şeffaf poşetin içinde ise fotokopi benzeri şeyler vardı. Benim irdelemiş olduğumu anlayacak ki bu gereksiz merakımdan kaynaklanan dalgınlığımı bir cümle ile bozdu. Güneşli bir gündeki kuş uçuşuna benzeyen yüzünü bir anda ekşiterek sonbahar dökümlerinden farksız sararmış bir surette ”Geçenlerde eşimi kaybettim” dedi ve elindeki poşeti göstererek ”Fotoğrafı vardı, onu bastırdım, duvarıma asacağım” dedi. Daha sonra bir cerrah titizliğinde fotoğrafı çıkararak ”Bakın” dedi. ”Buydu eşim” Fotoğraftaki kadın, yani onun eşi, evinde hamur açarken çektirmişti bu fotoğrafı. Fotoğraf karesini elinde tutarken derin mavi gözlerinin içindeki hüsranlı gülüş yüzüne vurmaya başladı. Bu yaşıma gelene kadar insanların gözlerinde farklı duyguların barındığına şahit olmuştum fakat ilk defa ölen eşinin fotoğrafına bakan bir göze şahit oluyordum ve bu tecrübesizlikle o gözler içinde barınan duyguları anlamak benim için mümkün değildi. Bakışları olabildiğince sönüktü. Sanki kalp damarlarından yola çıkan kan göz bebeklerinden geçiyormuş gibiydi. Basbayağı bir şekilde hasretin bakışıydı bu ondaki. O sırada ”İnsan işte evladım” dedi ”İnsan avunacak şeyler arıyor bazen” Hilmi ile göz göze geldik. Bu acının insan yüreğine nasıl nüfuz ettiğini bilmediğimizden onu rahatlatacak bir şeyler söylemek haddimiz değildi. Her insanın yapabileceği gibi sadece ölen kadına rahmet diledik. Ama o bunu umursamadan içindekileri dökmeye başladı. Derin bir nefes çekti ve ”Kaybettiğim bir insan değildi, ben dünyamı kaybettim sanki” dedi. İşte tam orada benim iddiam çürüyüverdi. Bana kalırsa bir ömür başka bir ömüre bağlanıp kendine dünya içinde yeni bir dünya kuramazdı. Bir yürek başka bir yüreğin kapısında beklerken dünyayı es geçemezdi. Bana kalırsa bir insan bir insanı gerçek mânâda bu kadar çok sevemezdi. Lâkin bana kalmadı, oracıkta gördüm insan yüreğinde sır gibi saklanan gerçeği.

Fotoğrafı bana uzattı, o konuşurken inceledim biraz. Daha sonra resmi poşete koyarken telaşlanmış olacak kı ”Aman dikkat edesin” dedi. Sahiden dikkatli olmak gerekiyordu. Çünkü bu fotoğraf, günübirlik çektirdiğimiz ve ayrılık anlarında tereddüt etmeden sildiğimiz yığınca fotoğraflardan değildi. Bu fotoğraf, iki cihan arasındaki hasreti çeken bir yüreğin gözlerine her değdiğinde vücut ve ruh bulabilecek türden kıymetli bir fotoğraftı. Poşeti ona teslim ettikten sonra ”Cuma ve Pazarları ziyaretine giderim. Bu dünya için sözleşmedik ki evladım biz onunla. Ahiretliğimdi benim, yalnız bırakmak yakışmaz” dedi. Daha sonra bu sohbetin bizi sıkmış olacağını düşünmüş olsa gerek  konuyu Fuar’a getirdi. Söylediğine göre torunları da gidecekmiş. Bu sırada bizi istikamete götürecek olan Metro gelmişti. Yaşlı adam bir süre bizimle ayakta yolculuk etti. Bize uzakta oturan genç bir çocuğun ona yer vermesiyle ”Allaha ısmarladık haydi evlatlar” dedi ve yanımızdan ayrılarak kendisi için boşaltılan yere oturdu. Biz durağımıza gelip metrodan inerken gözlerim ona değdi bir kez daha. Yanına oturmuş olan genç bir kıza bir şeyler anlatıyordu. Derdi büyüktü ve bu derdi paylaşarak aza indirgemek için dünyanın yarısıyla konuşması gerekiyordu. Eğer susacak olursa çok iyi biliyordu ki ezilecekti bu yükün altında. Çünkü derdini bazen kısa süreliğine denk geldiğin bir yabancıya anlatmak insanın içine biraz huzur serpmeye yetebiliyordu. Çünkü biliyordu kişi; daha sonra bu yabancı onu bir daha asla sorgulamayacak, canını sıkmayacak,konu sadece o istediği sürece açık kalacak ve  bir süre sonra hem anlatan hem dinleyen birbirinden uzaklaşınca bütün bu hikaye tümden son bulacaktı. Bu şekilde insanın en büyük zaafı olan hüzünleri bir tanıdık vasıtası ile silah yerine ona doğrulmayacak ve bir yabancının zihninin en ücra köşelerinde unutulup hayatın akışı içinde mânâsını kaybedecek. Bizde de öyle oldu. Yaşlı adam henüz bir sonraki durağa ulaşmadan Fuar’ın telaşesine kapılıp unutuverdik onun zihnimizde bıraktığı tesiri. Fakat şimdi, yani zamanın bu noktasında, ben onun kederini hatırlamışken o kim bilir rastgeldiği kimlere dertlerinden bahsediyor ve kimbilir kimler bir fotoğrafın piksellerinin ardındaki yaşamı zihinlerinde tozlanmaya bırakıp gündelik hayatlarıyla meşgul oluyordu…

ETİKETLER: , , , ,
Kemal Efruz ÖREK
Kemal Efruz ÖREK
"Yok hiçbir şey ömrü kurtaracak"
YAZARA AİT TÜM YAZILAR
ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.