Haldun Taner – Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu
İlkokul kitaplarımızda bir hikayesi vardı Haldun Taner’in. Hikaye dediysem öyle hikayenin tamamı değil, küçük bir kısmı. Belki en can alıcı yeri, belki de başlangıcı. Tam hatırlayamıyorum. Ama hatırımda kalan şey şu ki; ilkokul Türkçe kitaplarındaki o hikaye kesitlerini çok severdim. Daha sene başında tek tek okurdum bütün metinleri. Şiirleri de okurdum tabi ama o başka mevzu. Kitaptaki hikayeler bana o kadar samimi, o kadar benden gelirdi ki anlatması epey güç.
Ama nedense okul kitaplarında hikayeleri olan yazarlarımızın pek çoğunun kitaplarını okumadım. Piyasada o kadar çok kitap vardı ki milletin elinde dolanan, onlardan bu büyük yazarlarımıza sıra gelemedi bir türlü. Belki de bilinçsizce, popüler olanı popülariteye uyabilmek adına aldık okuduk. Yani, biz o gerçek ballarla değil de beş kavanozu yüz lira olan sahte ballarla geçirdik bir dönemimizi. Tek ben değil ha, hala aynı şekilde devam eden bu durum birbirini takip eden koca koca nesillerin kaderiydi. Sahteden gerçeğin faydasını umarak yaşamak! Bir neslin hikayesi bu işte: yanlış yönelimlerle doğruyu bulacağına inanarak yürümek. Ben de kendi dönemime uygun olarak bu sahte yolda epeyce yürüdüm elbet. O ilkokul kitaplarındaki devlerle geç de olsa zamanla tanışmaya başladım.
İşte, Haldun Taner de bu devlerden biri. Neydi, hangi hikayeydi o ilkokul Türkçe kitabında okuduğum bilmiyorum. Hala o kitaplarda böyle hikaye kesitleri var mıdır, onu da bilmiyorum. Ama bildiğim şey; Haldun Taner, Kadıköy rıhtımındaki o tiyatro sahnesinin isminden ibaret değilmiş. Dediğim gibi, işin böyle olduğunu biraz geç öğrendim. Ben bu tespite ulaştığım gün de muhtemeldir ki; yine Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu. Tuzla’da güzel bir pastanenin masasına oturmuş, bir yandan yağmuru seyrederken bir yandan da çayımı usul usul yudumlayarak okudum kitabın ilk öyküsünü. Doğrusunu söylemek gerekirse çayımı yudumladığım falan yoktu. Her şeyimle öykünün içine girmiş olduğumdan çayı da soğumaya bırakmıştım. Ama arada bir alttan alttan yağmuru seyrettiğim kısmı tamamen yalan değil.
Neyse efendim, bu ilk öyküyü bitirdiğimde arkama yaslanıp soğumuş çayımla da içimi ısıtmaya gayret ederek aklımdaki Haldun Taner’i şöyle bir kolaçan ettim. Ne tuhaf! Ne kadar az şey biliyordum bu dev ismin hakkında. Ne kadar muhteşem bir tat bırakmıştı bu hikaye zihnimde. Ve ben bu tadı borçlu olduğum adam hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyordum. Hafiften kızardı yanaklarım yıllarca sürmüş olan bu ilgisizliğim karşısında. Hafızamı, hemen o utangaçlık anının ertesinde tembihledim Kadıköy’e doğru yola çıkması için. Sağ olsun hafızam, bir dakika geçmeden Kadıköy’de idik. Muhakkak Tuzla’da olduğu gibi Kadıköy’de de benzer hava şartları hüküm sürüyordur düşüncesi ile heybemde biriken yağmuru ve rüzgarı saldım zihnimin uçsuz bucaksız boşluğundan Kadıköy sokaklarına. Sonra kaldırıp başımı yağmur damlalarının arasından baktım Rıhtım Caddesi boyunca. Rıhtımdaki Haldun Taner Sahnesi’nin kapılarını kapalı görünce, yağan yağmur ve esen rüzgara direne direne Moda’ya doğru yürümeye başladık hafızamla birlikte. Hilton’u geçip Haldun Taner büstüne çıkan yokuşu tırmanmaya başladığımda, bir önceki cümlemden ilhamla kapı ve kapalılık arasındaki ilginç ilişkiyi düşündüm. Bir kapı için iki ihtimal söz konusu olabilir: ya açıktır, ya da kapalı. Kapalı sözcüğü, açık sözcüğüne nazaran daha bir uyum içinde sanki kapıyla. Herhalde dedim kapının kapalısı makbul! Bu kapalı kapı- açık kapı ikilemiyle oyalanırken, rüzgarın bedenime verdiği zararın minimumunu hissederek ulaştım büstün yanına. Haliyle tüm kapıları kapatıp, Haldun Amca’nın kapısını araladım hemen.
Moda’nın en sevdiğim köşesinde bekliyordu. Manzaranın belki de en hakim olduğu noktada. İleriye doğru baksanız, şehrin tarihi kısmının cami minareleriyle birlikte nasıl da gelip boğazın kenarına kurulduğunu hoş bir melankoliyle fark edersiniz. Karşı kıyıyı, yani asıl İstanbul’u bu kadar ayan beyan görebileceğiniz ender yerlerden birini kendine mekan bellemiştir işte Haldun Amca. Ancak eğer hafızam bana oyun oynamıyorsa bir terslik var bu işte. Haldun Amca, boğaza yani şehrin Avrupa Yakası istikametine, yani denize değil de sokağa bakıyor. Güzelim manzaraya sırt çevirmiş üstat.
“Hay Allah!” dedim. “Beni mi bekliyordu acaba? Yok canım, daha neler. Koskoca Haldun Amca, beni niye beklesin?”
Aklımdaki soru işaretlerini hissetti mi bilmem ama onun manzaraya sırt çevirip yoldan gelen ziyaretçileri bekleyen tutumunu birkaç gün içinde kanıksadım. Hayatı boyunca öyküyle olsun, tiyatroyla olsun insanı anlama ve anlatma çabasındaki Haldun Taner’in sokaktaki insana sırt çevirmesi düşünülebilir mi, hiç? İki gözünü açmış bekliyor işte üstat.
Gündelik yazarları, bize sahte ballar sunan ucuz romanları bırakalım da Haldun Taner gibi devlerin masasına konuk olalım efendim. Zira, o gündelik zırvalarla dolu kitapçıklar, zamanı değil günü bile hakkıyla anlatamazlar. Gelin kendimizi güne hapsetmeyelim efendim… Gelin devlerin sofrasında beslenelim de cücelere boşa itibar göstermeyelim. Yoksa gün gelir, hazin bir şekilde fark ederiz ki, biz de o cücelere yarenlik ede ede onlardan biri oluvermişiz. Bakın, okurunu bekliyor Haldun Amca’nın cümleleri. Daha fazla gecikmeyelim efenim…