Lâle Üzerine Kısa Bir Deneme
İlk Lâleler başlarını ne zaman göğe yükseltti ya da ne zaman yapraklarını açtılar tam olarak bilinmez. Ama bilinen bir şey varsa o da ilk Lâlelerin Orta Asya yakınlarında yaşayan Türkmenlerin çadırlarının önünde hayat bulduğudur…
M.Ö 2 – 3 yüzyıllardan kalma Türkmen mezarlarından çıkarılan demir plakalarda çeşit çeşit lale motifleri görülüyor. Birçok süs eşyasını da süsleyen Lâle, Türklerin yüzyıllar sonra Anadolu’da özgürce at koşturmalarıyla beraber yüzünü Orta Asya’nın uçsuz bucaksız bozkırlarından Anadolu’ya dönüyor.
Anadolu’da kök salmaya çalışan Lâleye sayısız değer veriliyor. Mevlâna ile birlikte şiire, yani edebiyatımıza da dahil edilmeye çalışılıyor fakat yer yer de eleştirilerin hedefi oluyor. Hatta Osmanlı zamanında taşradan gelmekle dahi eleştiriliyor. Necati Beg,
“Taşradan geldi çemen sahnına bîçâre durur
Devr-i gül sohbetine lâleyi iletmediler” sözüyle Lâlenin durumunu özetleme yoluna gidiyor.
Lâle geçmişimizle bu kadar yakın olunca ulular hakkında efsaneler, masallar bile üretiyor. Bunlardan biri, “Efsaneye göre, bir yaprağın üzerindeki çiğ tanesine yıldırım düşmüş ve alev alan yaprak o haliyle donup kalarak Lâleye dönüşmüştü; Lâlenin göbeğindeki siyahlık yıldırımdan artakalan yanık iziydi. Eğer bir aşık sevgilisine kırmızı Lâle sunarsa, bu “Güzelliğinle kalbimi ateşe verdin! Aşkınla yanıp kül oldum” anlamına geliyordu.”
Tabi sadece efsaneler mi? Lâle Allah’ın adını taşıyor ve insan yaradılışına oldukça benziyordu. Gerek Lâlenin dışına nazaran içerisinde -insan bedenine ve kalbe benzer biçimde- bir noktayı barındırması, gerekse Harf-i Hurufa göre İsm-i Celal’i vermesi onu tasavvufi olarak da bambaşka bir noktaya taşıyordu.
Lâle Türklerde bu kadar değerli bir yere sahipken Osmanlı’da bir dönem gözden düşmeye başlıyor. Aslında buna tam olarak bir gözden düşme de denemez, sadece sıradanlaşmaya başlıyor. Fakat sonrasında, yani Kanuni devrinde Osmanlı’ya elçi olarak gelen Roma- Germen elçisi Busbecg’in dönerken yanında Lale soğanları götürmesiyle fitilin ucu yavaşça ateşleniyor…
Lâle, gittiği Avrupa’da ciddi bir ilgi görmeye başlıyor. Lâle piyasaları, Lâle tüccarları doğuyor. En güzel bahçeler Lâlelerle süsleniyor. Lâle başlı başına bir ihtişamın ve zenginliğin göstergesi haline geliyor. Aslında durum bunlarla da sınırlı kalmıyor!
Alexander Dumas, “La Tulipa Noire” isimli bir kitap kaleme alıyor. Kitabın kurgusunda gizli bir çiçekçilik cemiyetinden ve en iyi siyah Lâleyi yetiştirene büyük bir ödül verileceğinden bahsedilir. Olaylar bu konu üzerinde dönüyor. Aslında bu kitabın varlığı bile Avrupa’daki Lâle çılgınlığını görmemiz için yeterdir.
Avrupa’da bu kadar sevilen Lâle, bir süre sonra (17.yüzyıl dolaylarında) tekrar evi olan Osmanlı’ya geliyor. Bu sefer Avrupa’da başlayan kıvılcım Osmanlı’da alevleniyor. O zamana kadar sıradan bir ilgiyle karşılanan Lâle, sonrasında büyük bir ilgi görmeye başlıyor. Devir o meşhur Lâle Devri. Fakat topraklarımıza geri gelen Lâlenin artık yeni bir ismi var, Lâle-i Firengi!
Tabi Lâle vatana geri dönünce bizdeki çılgınlıklar da baş göstermeye başlıyor. İstanbul bir süre sonra öyle ilginç olaylara sahne oluyor ki birçok kişi Lâle yetiştirmeye, yeni türler keşfetmeye çalışıyor. Bu yeni tür bulmaya çalışanlardan ve başarılı olanlardan biri Aziz Mahmud Hüdayi diğeri de ünlü ulema Ebu Suud Efendi. Ebu Suud Efendi’nin çok iyi Lâle türleri bulduğu, o muazzam İstanbul Lâlesini (şu an görsellerinden başka bir şeyi kalmadı) de onun bulduğu söyleniyor. Bu ilginç olaylardan bir diğeri ise 1000 altına kadar satılan Lâle örneğidir.
Lâle böylelikle Osmanlı’da da bir ihtişam ve prestij ürünü haline geliyor. Gösterişlerin vazgeçilmezine dönüşüyor. Yolsuzluklar da cabası… Hal böyle olunca Nevşehirli Damat İbrahim Paşa, Lâlezâri İbrahim Efendi’yi Serşükûfeci, yani Çiçekçibaşı tayin ediyor ve ona bir Narh Defteri tutturuyor. Amacı Lâlenin çok yüksek fiyatlara satılmasını önlemek, fiyatlarını belirlemek ve daha önemlisi bir piyasa kurabilmek.
Lâlezâri İbrahim Efendi ise ünlü eseri Mizânü’l Ezhâr’da Lâlelerin nasıl olması gerektiği, nasıl yetiştirilmesi gibi konulara değinerek bunlar hakkında da fikir yürütüyor, yol gösteriyor.
İlk Narh Defterlerinde 200’ün üzerinde Lâle türü kaydedilirken sonraki defterlerde bu sayı giderek katlanıyor ve 1300e yakın Lâle türünden bahsediliyor.
Bunlardan bazıları, Gülrenk Kırlangıç, Nize-i Gülgûn, Cüce Moru, Çorbacı, Nize-i Sinân, Dil-şikâr, Mülûkî, Nîze-i Rummânî gibi daha birçok isim.
Nîze-i Rummânî, “Rengi nar çiçeğine meyyaldir. Yapraklan bademi, birbirine müsavi, İnce ve ser-tiz olup tığları sülsani tığdır. Bün nebati ve haricen dahi perverde nebati. Fitilleri sarı, tohum hanesinden yüksek, rişteleri nebati, letafet, nezaket ve kavaid-i hüsn-ü behçet üzredir.” Şeklinde tarif edilir.
Tarifin kendisi bile bir zarifliğin, güzel düşüncenin ürünü…
Lâlenin Avrupa’daki macerasında ona verilen isim de ayrı bir hikayedir. Rivayet bu ya, elçi Busbecg İstanbul’daki bir gezisinde pazarda Lâle motifi işlenmiş bir sarığı göstererek bunun ne olduğunu sorar. Tercüman, elçinin neyi kastettiğini anlamayarak “Tülbent” diye cevap verir. Bu yanlış anlamayla ve Lâle soğanlarıyla birlikte ülkesine dönen elçi, artık Lâleye bambaşka bir ad verecektir. Tulip! Bugün bile Hollanda’dan gelen Lâlelerin ambalajında bu isim yazar.
Türlü tarifler, isimler, fiyatlar biçilen Lâlenin de sonu hazin olur.
İlk önce Patrona İsyanıyla birlikte Kâğıthane’de, Sadabâd’da yakılıp yıkılır, sonrasında türlü eleştirilerle sonu getirilir…
Lâle Devrinin sona ermesine rağmen varlığını bir süre daha devam ettirmeyi başaran Lâle, her devirde meraklı bulduğu kadar muhalif de buluyor. Sünbülzâde Vehbî tarafından da taşa tutuluyor Lâle. Lutfiyye adlı ünlü eserinde Lâleciliğe merak saran gençlerin beyhude işle boş yere vakit öldürdüklerini söylüyor.
Sonrasında Osmanlı’nın içine düştüğü mali krizler de oluşması yüzyılları bulan bu muazzam Lâle kültürünün ölmesine sebep oluyor…
Lâle Devri yakıştırmasını ise bizde ilk önce Yahya Kemal yapar. O zamana kadar bu devre Lâle Devri demek kimsenin aklına gelmez. Yahya Kemal, “O mağbeçeyle tanıştımdı Lâle Devri’nde” der, “Bir Saki” adlı gazelinde. Sonrasında Paris’te bu konu hakkında bir tez yazmayı düşünen şair, düşündüğü onca şey gibi bunu da gerçekleştiremez ve yalnız düşünce olarak kalır. Yıllar sonra ise Lâle Devri adlı Ahmet REFİK imzasını taşıyan bir kitap görecektir…
Ahmet Refik’in bahsetmesi sonrası daha da ilgi haline gelecek ve şu an bildiğimiz şekliyle Lâle Devri ismiyle anılacaktır…