Mübâdil-I
Sokakların şahitliğiyle yürünüyordu şehrin kadim sokaklarında. Her sabah, namazını Ulu Cami’de kıldıktan sonra handaki dükkanlarını açmaya gidiyordu esnaf halkı. Kimi yol ayrımında sağa kimi sola dönüyordu ve mesaileri de kepenklerini açtıkça başlıyordu. İsmini çalıştığı hanın mimarına istinâden alan İvaz ve babası Said Efendi yolun taşları arasındaki toprakların izini sürerek gidiyordu İpek Han’a. Bir bir açılan dükkanlarla hanın geceden kalma soğuk ve sessiz hali yok oluyor, hayır duaları eşliğinde yeni bir güne bismillah deniyordu.
İvaz, terzi dükkanın kepenklerini açarken babası Said Efendi dükkan komşuları olan kumaş tüccarı İbrahim’e ‘hayırlı sabahlar’ deyip yardımına koşmuş, bir iki hasbihâl edip oğlunun yanına dönmüştü. Yaz aylarına yeni girilmişti fakat ilkbaharın hafif esintileri de hala kendini hissettiriyordu. İvaz’ın siyaha çalan saçlarının dalgalarında da görülen rüzgar, han esnafının yüzünü güldürüyor, hem de birkaç aya artacak olan iş yoğunluğunun haberciliğini yapıyordu onlara. Düğün telaşesi başlamış gençler ve aileleri meraklı gözlerle hanın avlusunda yürürlerken hanın inşasından beri orada bulunan ve nesiller boyudur aile dükkanları olan, şu anda da terzilik yapan Said Efendi’nin dükkanına gözleri ilişince adımları hızlanırdı. Ellerinin hüneri de hanlarca ve Bursa halkınca bilinirdi Said Efendi ve ailesinin. Öğle vaktine kadar birkaç gelinlik, birkaç etek dikmişlerdi bile. Ezan sesi duyulunca vakitlice namaz kılmaya gidilecek, İvaz annesi Safiye Hanım’ın her gün evinin erkekleri için hazırladığı yemekleri alıp gelecek, yemekler yenecek, üzerine çaylar içilecek ve buna müteakip işlere koyulacaklardı. Ezan okununca hanın esnafları Ulu Cami’nin yolunu tuttu. Çarşıyı gezen insanların kalabalığı arasında varıldı camiye. Namazlar kılındı, İvaz babasından ayrılarak evine doğru yol aldı. Dükkanı her öğle vakti tek başına açardı Said Efendi. Handaki dükkanlarda tek tek açılmıştı.
Mevsim yaza çalarken turistler de Bursa’nın tarihine kendi gözleriyle eşlik etmeye geliyorlardı. Dinleri, ırkları farklı birçok millet başta Müslümanların kutsal mekanlarını geziyor, çevresinde yer alan her mekanı da merakla seyrediyorlardı. Onların içinden biri vardı ki hepsinin gözünden başka bakıyordu şehre. Camileri, külliyeleri, hanları gezerken sanki bir şeyler arıyordu kendinden. Hiç durmadan taştan eserleri süzüyordu gözleri ve aradığı şeyi bulacağına emin bir şekilde yürüyordu.
Sofya, nüfus mübadelesiyle Yunanistan’a göçmüş Osmanlı tebaasından bir Rum ailenin kızıydı. Üniversitesini yeni bitiren Sofya, yıl boyu yazın yapacağı Bursa gezisini düşünüp durmuştu. Bu gezi, bir tarihi keşif olacaktı onun için. İmparatorluğun tarihinde kendilerine ait olan asırlar boyunca yaşam sürdükleri sahifelerin gerçekliğini görmeyi sabırsızlıkla bekliyordu. Uçağın penceresinden şehri kuşbakışı bir şekilde net olarak görmeye başlayınca kalbinde bir buğulanma oldu. Bursa’nın taşlı yollarında yürüyüp kendini bulacak, kalbindeki buğu da böylece yok olacaktı ve en son büyük dedesi Tatyos Efendi ve büyük babaannesi Elena Hanım’ın doğup, çocukluğunu ve gençliğini geçirip, evlendikleri bu kadim şehirde omuzlarındaki merak yükünden ebediyete dek kurtulmuş olacaktı. Elinde birkaç fotoğraf, birkaç mektupla han han gezip en son büyük ailesinin yakın geçmişteki izlerini İpek Han’da bulacaktı.
Büyük dedesi Tatyos Efendi mihmândârlığında yapılan aile meclislerinde yurt bildikleri diyarı sadece soyları sebebiyle terk etmek zorunda kalışlarını, bir kızını Bursalı bir terzi ailesinin oğluyla evlendirişini, mecburiyetten orada bir evladını bıraktığını anlatır ve her toplanıştan sonra büyük bir hüzün kaplardı hepsini. Sofya, büyük dedesinin bu özlemi karşısında ne yapacağını bilemez ve zihnindeki sorularla o geceler hep düşünerek uyurdu. Ailesi bir gün uyandığında, Tatyos Efendi nasıl yurt bildiği Osmanlı topraklarından ayrıldıysa bu dünyadan da terki diyar eylemişti. O gün herkes için çok zor bir gün olması hasebiyle kimse Sofya’nın düşünce dünyasındaki karartıların farkına varamamıştı. Uzunca zaman dinlediği hikayeleri, kaybettiği büyük dedesinin anılarını ve arkada bıraktığı evladını artık dinleyemeyecekti. İçindeki soruları cevaplayabilecek tek kişi de artık yoktu. O da bir karar verdi ve büyük babaannesi Elena Hanım’dan büyük dedesinin başının ucundan ayırmadığı ahşap kutusundaki fotoğrafları ve büyük halası Alina Hanım’ın alelacele yazdığı birkaç mektubu istedi. Sofya’nın dedesi Evan Efendi ve babası Yorgo Efendi meraklı gözlerle izliyorlardı Sofya’yı. Kendince bir plan yaparak üniversitesindeki son dersini de verip yollara düşecekti. Ve gitme vakti gelmişti Sofya için. Uçak biletlerini aldı, bir sırt çantasına sığdırdı alması gereken her şeyi. Tıpkı dedesinin doğduğu topraklardan ayrılışında yanında birkaç eşyadan başka hiçbir şey götüremeyişi gibi..
***
Ulu Cami’yi, Koza Han’ı ve Tatyos Efendi’nin anlattığı birçok mekanı ziyaret ettikten sonra sona bıraktığı İpek Han’a geldi Sofya. Tüm mazinin demleneceği noktadaydı tam da şu an. İpek Han’ın doğusunda bulunan taç kapının önündeydi. Büyük dedesinin anlattığı gibi davetkâr bir kapı değildi bu. Hanın geçirdiği yangınlardan habersizdi, isminin İpek Han olduğunu bildiği hana geldiğinde girişinden mütevellit biraz tereddüte düşmüştü. Hanın avlusuna doğru ağaçlar ve banklarla çevrelenmiş mermer havuzun başına gelip iki katlı yontma taş ve almaşık örgülü tuğla duvarlardan inşa edilmiş hanı uzunca bir süre seyretti. Burada mı serpilmişti büyük dedesi, burada mı aşık olmuştu? Dedesinin, babasının daha ayak bile basmadığı bu topraklarda şu an büyük dedesiyle aynı taşlara mı basıyordu? Düşünceler ve sorular zihnini meşgul etmeye başladıkça çözmek istediği duruma karşı içinde beslediği hisler de karmaşıklaşıyordu. Biraz yürüyüp kendine en yakın dükkana Süleyman Efendi’yi sordu. Süleyman Efendi, Said Efendi’nin dedesi; İvaz’ın ise büyük dedesiydi. Üç dört yıl önce vefat ettiğini öğrenince hikayesi yarım kalmış gibi hissedip bir hüzne kapılmıştı. Dükkan sahibi karşısındaki dükkanların ilkinin Süleyman Efendi’nin torununun olduğunu söyleyince kaybettiği bir şeyi bulmuş gibi sevindi. Öğle vakti güneşinin avluyu ısıttığı gibi bu haber de Sofya’nın kalbini ısıtmıştı. Hızlı adımlarla Said Efendi’nin önünde oturduğu dükkana doğru yürüdü. Sofya, kırık Türkçesiyle Said Efendi’ye bir soru yöneltti.
Sofya: – Merhaba, siz Süleyman Efendi’nin torunu musunuz?
Said Efendi: (Ayağa kalkarak) – Evet kızım, buyur.
Sofya: – Benim kim olduğumu ve ne soracağımı merak ediyorsunuz sanırım. Ben de soracağım soruların cevaplarını tıpkı sizin gibi merak ediyorum. Ben Tatyos Efendi’nin torununun kızıyım.
Said Efendi: (Şaşkın bir tavırla ve kekeleyerek) – A-aa şu an ailenizden birini gördüğüm için çok şaşırdım kızım benim. Hiç beklemiyordum, mübadele yıllarından sonra bağımız kesilmişti. Kim bilir ne çileler çektiniz yeniden bir hayat kurmak için diye hep düşünüp durduk bizler de.
Sofya: – Büyük dedem hep anlattı yaşadıklarını. Acılarını daha az anlatırdı. Özlemi, acılarından daha ağırdı. Büyük dedemi birkaç ay önce kaybettik. Ben de onun terk etmek zorunda kaldığı yerleri ve evladını görmek istedim. Evan dedemin bir kız kardeşi varmış, mübadeleden önce sizin ailenizden biriyle evlendiği için burada kalmış. Adı Alina.
Said Efendi: – Alina Hanım, benim Musa amcamın eşi kızım. Babamın küçük kardeşi oluyor kendisi.
Bu sırada İvaz, annesi Safiye Hanım’ın yaptığı, babasının da en sevdiği yemekler olan mercimek çorbası, pilav, imambayıldı ve cacıkla hana doğru yürümekteydi. Hana giriş yapan İvaz, babasıyla kendi yaşlarında bir kızın sohbet ettiğini görünce meraklandı. Dükkanın önüne varınca selam verip elindeki yemekleri masanın üzerine bıraktı. Ve babasının arkasına geçip elini omzuna koydu. Said Efendi, İvaz’ın bu hareketinden kızın kim olduğunu söyleme ihtiyacı hissetti.
Said Efendi: – Sofya, bu benim oğlum İvaz. Oğlum Sofya, bizim yan dükkanımızdaki İbrahim’in dükkanının mübadele öncesindeki sahiplerinin torunlarından. Dedesi Tatyos Efendi’yi sana anlatmıştım, hatırlarsın. Birkaç ay önce vefat etmiş, Sofya’da büyük dedesinin gençliğinin geçtiği ve daha önce bizimle aynı toprakları paylaşmış diğer akrabalarının yaşadığı yerleri merak edip buralara kadar gelmiş.
İvaz, bu olayları yıllardır babasından dinlerken birden o aileden birinin şu an karşısında oturuyor olmasına çok şaşırdı. Bu şaşkınlığını tıpkı babası gibi gizleyemeyip Sofya’ya bakarken anın etkisiyle ardı ardına birkaç soru sordu.
İvaz: – Evet, hatırlıyorum. Başınız sağ olsun. Seni buralara kadar getirecek bir sevgi varmış içinde demek ki büyük dedene karşı. Peki ne zaman geldin Bursa’ya? Kolay buldun mu hanı?
Sofya: – Bu sabah uçakla geldim. Ulu Cami’yi, Yeşil Cami ile Yeşil Türbe’yi ve Koza Han’ı gezdim. Yolumun üzerindeki büyük büyük dedelerimin yürüdüğü her yeri görmek istedim. İpek Han’ı sona bırakmıştım. Çarşının içerisinde öğle güneşinden biraz korunayım derken sokaklar beni İpek Han’ın giriş kapısına getirdi. Burada aile meclislerimizde konuştuğumuzda gösterişli bir taç kapının olduğu söylenirdi. Fakat onu göremeyince yanlış bir yere mi geldim acaba diye düşündüm. İçeri girip sorduğumda doğru yere geldiğimi anladım.
Said Efendi: – Kızım burada bir yangın olmuş ben de doğmadan önce, kapı hasar görünce onaramamışlar ve şu anki haline getirmişler işte gördüğün gibi. Biz bu saatlerde öğle yemeğimizi yeriz, sen de bizim misafirimizsin; birlikte yiyelim.
Said Efendi ve İvaz yemekleri masaya çıkardı, İvaz bir koşu Sofya için çatal kaşık alıp geldi. Sohbet eşliğinde öğle yemeklerini yediler. Yemek faslı bittikten sonra İvaz, yemek kaplarını toplayıp dükkanın deposuna götürdü. Oradan sohbete çay içerek devam etme teklifinde bulundu babası ve Sofya’ya, onlar da başlarıyla onayladılar. İvaz, çayları alıp gelirken Sofya, Said Efendi’ye Tatyos Efendi’nin baş ucunda sakladığı fotoğrafları gösteriyordu. Süleyman Efendi ve Tatyos Efendi’nin rüştiyeli olduğu zamanlardaki han esnaflarının çocuklarıyla birlikte çekildiği bir fotoğraftı gösterdiği ilk fotoğraf. İvaz çayları alıp geldiğinde fotoğrafa gözü ilişti. Büyük dedesini fotoğraftan seçebiliyordu. Sofya da Tatyos Efendi’nin hemen İvaz’ın büyük dedesinin yanında duran çocuk olduğunu söyledi. Bu fotoğraf diğer birkaç fotoğrafın arkasına konurken ön yüzdeki fotoğrafta Tatyos Efendi, kendi dükkanının önünde oturuyordu. Dizinde bir bebek vardı. Bu bebek Sofya’nın büyük halası Alina’dan başkası değildi. Sofya, bebeğin Alina halası olduğunu söyleyince Said Efendi ve İvaz şaşkınlıkla birbirlerine baktılar. Said Efendi, Alina Hanım’ın şu an kendi yaşlarında bir oğlu olduğunu söyleyince bu sefer şaşkınlık sırası Sofya’ya geçmişti. Sofya, elindeki son fotoğrafı da Said Efendi’nin eline uzatınca Musa amcasını damatlıkla, Alina Hanım’ı da gelinliğiyle gördü. Bu bir babanın evladını geride bırakarak başka bir diyara gittiğinde yıllar boyu bakacağı en acıklı fotoğraf olabilirdi. Kim bilir kaç gece kızları için gözyaşı dökmüştü Tatyos Efendi ve Elena Hanım. Said Efendi, kendini bir an onların yerine koyunca yüreği burkulur gibi oldu. İvaz, büyük amcasının ve büyük yengesinin düğün fotoğraflarını hiç görmemişti. Alina Hanım, genç yaşlarında ailesinden ayrılırken düğününe dair elinde olan tek fotoğrafı da babasına birkaç mektupla beraber vermişti. Bedenen yanlarında olamasa da bir fotoğraf karesiyle avuttular yıllarca kendilerini. Ölene dek başucundaki ahşap kutuya kızıymış gibi bakan Tatyos Efendi sanki şu an onların yanındaydı. Fotoğraflar bitince Said Efendi, Sofya’yı hanın inşasından mübadeleye kadar onların olan fakat şimdi İbrahim’in işlettiği bir kumaş dükkanı olan dükkana götürdü. Sofya’yı İbrahim’le de tanıştıran Said Efendi, İbrahim’in izniyle dükkanda Tatyos Efendi ve Süleyman Efendi’nin anılarını anlattı herkese. Sofya beklediğinden daha fazla bilgiyle ve sevgiyle dakikalar geçirdikçe bu şehirde büyük dedesinin buraları neden bu kadar özlediğini anlamıştı. Aklından ailesini de alıp buralara yerleşme fikirleri kurmaya bile başlamıştı. İvaz dükkana müşteri geldiğini babasına söyleyince anılarla dolu eski Rum kumaş tüccarı Tatyos Efendi’nin dükkanından çıkarak kendi dükkanlarına geldi. Sofya, her şey için teşekkür ederek dinlenmek için Said Efendi ve İvaz’dan izin istedi. Said Efendi, Sofya’ya kalacak yerinin olup olmadığını sordu. Sofya, hemen Ulu Cami’nin üst tarafında İpek Han’a da yakın bir otelde kalacağını söyleyerek oradan ayrıldı.
***
Sofya, birkaç saat içinde büyük dedesinden dinlediklerinden daha fazla şey öğrenmişti. Öğrendikleri onu bu şehre, bu şehirdeki yaşanmışlıklara daha da yakınlaştırmıştı. Başı öne eğik, gözleri yollardaki taşların izini sürer vaziyette kalacağı yere dek yürüdü. Odasına geldiğinde yatağına bir düşler alemindeymiş gibi uzandı, bugün yaşadıkları da bir rüya mı yoksa gerçek mi diye düşünürken uyuyakaldı. Bu uyku belki de Sofya’nın bu yaşına dek ki en güzel uykusuydu. Zihnindeki soruların cevap bulmuş olma düşüncesinin, görmese de büyük halasının halinden haberdar olma ve ailesinin anılarını hiç unutmamış dostlarının varlığını bilme düşüncesinin verdiği rahatlamayla uyudu.
Her ne kadar o zamanları yaşamamış da olsa tıpkı Sofya gibi geçmişin yad edilmesi baba-oğulun içlerini bir özleme daldırdı. Bahsi geçen her olayda adeta işiterek dahil oldukları her güzel hatıra tekerrür etti onlar için de. İkindi namazı vakti geldi. Aynı toprak üzerinde yürümüşlerdi beş dakika önce andıkları atalarıyla. Taşlar her ne kadar değişse de geçmişin tozları sinmişti her birine. Namaz kılıp hana dönüldü. Avluya gelip oturdular belediyenin banklarına. Her ne kadar ulu da olsa cami, hanın da bir mescidi varmış zamanında. Fevkani bir mescid ve alt katında bir şadırvan. Oturmaya devam edilip düşünüldükçe hayatın izlerinin yok olan yüzlerini gördüler. Belki kalan son ruhtu Said Efendi ve ailesi. Onların tükenmesiyle İpek Han’a üflenilen ruh da yok olanlara karışacaktı. Tatyos Efendi ve ailesi gittikten sonra nasıl aksak kaldıysa hanın ruhunun manevi bedeni. Düşündükçe derinlere dalıyorlardı, büyük dedeler, Osmanlı’dan kalan son ataların terki diyarından sonra ne de eksiklik vardı hayatlarında artık. Sofya bunu büyük dedesinin anılarıyla, yürüdüğü toprakla kapatmaya çalışıyor; İvaz, hanın duvarlarıyla, Ulu cami yoluyla, asırlık ağaçlarla ve aile büyükleriyle. Akşama kadar düşünülen tek şey; maziydi. Birkaç müşteri, birkaç hoş sohbet dost geldi gitti; fakat akıllarındaki tek şey gün boyu; mazinin hazinliğiydi.
Hikayede sanki kendim yaşamışcasına bir samimiyet ve özlem duygusunu hissettim, elinize sağlık.
Bunu sağlamak ne yüce bir duygu..