Sıddık Yurtsever ile Söyleşi

01.06.2021
936
A+
A-
Sıddık Yurtsever ile Söyleşi

Söyleşi teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. Sizi tanımak istiyoruz. Sıddık Yurtsever kimdir?

Estağfurullah ben teşekkür ederim. İnsan kendini uzun uzun anlatabilir mi bilmiyorum. Kendi dünyasında okuyup yazmaya çalışan biri desem kâfi sanırım.

Kitabın başında anne ve babanıza yapmış olduğunuz ithaf dolayısıyla masal okuduğunuzu ve anlattığınızı biliyoruz. Öyküleriniz her ne kadar gerçek hayattan hikâyeler gibi dursa da, fantastik bir yanı da içinde barındırıyor. Bu dengeyi nasıl kuruyorsunuz?

Yazdıklarıma fantastik diyebilir miyiz? Bundan emin değilim. Belki iki ya da üç hikâyede gerçeküstücülüğün izleri olabilir. Aslında kurmaca metinlerin tamamı denge üzerine hareket etmelidir. O, ilerler, durağanlaşır. Geçmişin izlerini taşır. Geleceğe seslenir. Eğer bir yazar tüm bunları okurun gözüne batmayacak şekilde yapabiliyorsa burada bir dengeden söz edilebilir. Söylediğiniz gibiyse ben de bu dengenin bir ucundan tutmuşum demektir. Ne mutlu.

Masalların öykünün kadim kaynakları olduğunu biliyoruz. Çocukluğunuzda sizi etkileyen ve etkisinin öykülerinize yansıdığı masallar hangileri?

Rahmetli babaannemden çoğunu hatırlamadığım ve çoğu yerel masallar dinledim. Onun anlatmadaki ustalığını anımsarım zaman zaman. Özellikle “Al Karıları” beni hem etkilemiş hem de biraz ürkütmüştür.

Hep eksik üst başlığında topladığınız öykülerde, karakterlerin görünüş olarak mutlu olması gerektiğini fakat hep bir arayış ve dolayısıyla gelen bir mutsuzluk hali görüyoruz. Hep eksik olan nedir? İnsan neden sürekli sorun kovalar?

Sorunların sizi bulması ve sorunu kovalamak farklı şeyler. Kitaptaki kahramanlar genelde kendilerini bulan sorunlarla mücadele etmeye çalışıyorlar. Mutlu olmak zorunluluğumuz var. Bu zorunluluk öğrenilmiş bir şey değil. Fıtraten dünyaya mutlu olarak geliriz. Çocukların çığlıklarla ve ağlamaklı dünyaya gelmesini sevinç gözyaşları olarak görüyorum. Kitaba dönecek olursak evet mutluluk var bir yandan. Ama bir yandan da dünyadasınız. Dünya er meydanıdır. Her an. Unutmamalı.

Öykülerinizde ölüm temasını sıklıkla işliyorsunuz. Bazen tek çıkar yol olarak bazen de üzücü bir hakikat olarak sunuyorsunuz. Karakterlerin ölüm noktasında neden kafası karışık? Ölümün farklı yüzleriyle neden yüzleştiriyorsunuz okuru?

Ölümü hemencecik kabullenmek, yerinde bir tabirse “eyvallah” demek insanüstü bir tavır. İçimiz acır, donuklaşırız. Feryat ederiz. Kanarız. İnsanın acizliği bu dünyadan her an gidebilecek olmasıyla ortaya çıkıyor. Hayattasınız ama her an ölebilirsiniz.

Sanıyorum zihnen yolculuklarımla yazdığım andaki gündemimle alakalı durumlar bunlar. Yazdıklarım benden beri değil, bu noktada şunu söylemeli, benim kafam da en az onlar kadar karışık olabilir.

Ölümün farklı yüzlerinden ziyade okura yüzlerin ölümünün daha acı olduğunu söylemek istedim.

Soruları hazırlarken bir yandan Ferdi Tayfur dinliyorum. Öykülerinizde sürekli arabeske vurgu yapıyorsunuz. Hatta ufak bir playlist bile hazırlanabilir öykülerinizde zikrettiğiniz isimlerden. Bir arabesk dinleyicisi olarak çok hoşuma gitti bu durum. Arabesk şarkılar gizil birçok öykü barındırıyor içinde. Siz arabeskten ve içinde barındırdığı öykülerden nasıl etkilendiniz? Öykülerinize bu durumu yansıtırken nelere dikkat ettiniz?

Biraz doğduğunuz coğrafyayla alakalı. Aslında ben yetiştiğimde arabesk yitip gitmişti. Yerine sık tüketilen ve hemencecik tazelenen pop gelmişti. Biraz geriden geliyorum galiba. Biraz da anlattığım hikâyenin, ki bir üst kuşağımın hikâyesini anlattım ben, sebebiyledir bu. “Bizim oralarda dağlar kar olur/ Aşıkların gönlü hep efkar olur.” demişim. Bir başkası bunu Chopin, Beethoven, Vivaldi, Wanger’ın sesiyle söyleyebilir. Aslında aynı hikâyenin içinden, aynı boşluktan sesleniyoruz. Fakat tarzımız, geliştirdiğimiz refleks farklı.

Atmosferin varlığına değinmiş, denge demiştik. Burada da devreye giriyor o. Düşünün efkârlanan, çaresizce oturup bir yerlerden işaret bekleyen kahraman ne yapar? Bence klasik müzik dinlemez bu coğrafyada. Tabakasını çıkarır ve arabeske kulak verir. Acının rengi de kokusu da coğrafyayla değişir.

Pavlov’un Köpekleri isimli öykünüzde anlattığınız idealist genç tiplemesi ve bir zaman sonra hayatın gerçek yüzünü (aşk, para, iş bulamama) gördüğünde yaşadığı hayal kırıklığı, günümüzde birçok insanda görülen bir durum. İdealizm ile realizm dengesi nasıl kurulmalı?

Çok zor soru. Bunun bir formülü var mıdır? Olmalı mıdır? Bilmiyorum. Bildiğim hayatın ezberlerle ilerlemediği. Herkesin hikâyesi biricik ve kendi içinde zor. Dönemlerin kendi içinde çıkmazları var. Biz de böyle bir döneme denk geldik. Bunu yok sayamayız. Aklımızla kalbimizi aynı göz hizasına kaldırmalıyız bana kalırsa.

Öykülerinizde farklı imam tiplemeleri var. Birinde destan okuyan, entelektüel birikim sahibi bir imam, birinde kendisine kızdığı için nefret edilen bir imam, diğerinde ise eli öpülesi mübarek bir köy imamı. Bu farklı imam tiplemelerine dair güzel bir tasvir yapmışsınız. Bu konuda bir şeyler söylemek ister misiniz?

Bir imam oğluyum. Oğullar, babalarını sever, sayar. Onlarla gurur duyar. Ben de onunla ve gönül verdiği mesleğiyle övünüyorum. Çocukluğum imamların arasında geçti dolayısıyla. Hallerini gözlemledim. Onlarla içimden konuştum. Acaba başka türlü olsa nasıl olur diye sordum kendime.

Şunu da belirtmek lazım. Nüfusu birkaç binden öteye geçmeyen mekânlarda imamlar da tıpkı diğer memurlar gibi takip altındadır. İzlenirler, kınanırlar. Dikkat cemaat çıkabilir.

Abdurrahman Arslan’ın kitaplarını tavsiye ediyorsunuz. Modern dünyada yaşayan Müslümanın nasıl tavır takınması gerektiğine dair birçok yazısı var. Bariz olarak görülmese bile sizin öykülerinizde de bu durum işlenmiş. Abdurrahman Arslan’ın eserlerini neden tavsiye ediyorsunuz? Öykülerinizde, yazılarının nasıl etkisi oldu?

Üniversite yıllarında tanıdım onu. Benim için özel olan yanlarından biri, bir okuru olarak, söylediği gibi davranması oldu. Göz önünde olmadan, akıntıya kapılmadan yürüdü, yürüyor. Sivil alanda olması sözlerini güçlendirdi. Haddi aşmak istemem. Dediğim gibi sıradan bir okuruyum sadece. Önemli bir yanı daha var. Bizler zikir çeker gibi her an tespit yapıyoruz. Fakat bundan öteye geçemiyoruz. Kendimizi ıskalıyoruz çünkü. İnsan derdinin ne olduğunu bilmeden nasıl anlatabilir kendini? Ya da şöyle: Anlattığı dert değilse neden dertlenir. İşte hoca bana göre hem tespit yapıp hem de çözüm üretiyor. Keşke daha çok okunsa.

Onun ve onun gibi “dertlerimizden” bahseden düşünürlerin söylediklerini kahramanların diliyle anlatmaya kendimce güç yetirmeye çalıştım. Kurmacanın dili el verdiğince. Kendisini ruberu tanımadım ama üzerimde hakkı var.

Son olarak okurlarımıza neler söylemek istersiniz?

Yıllar önce bir söyleşide bu minvalde bir soruya “Okurlarım var mı emin değilim.” demiştim. Varmış. Bu kitap bağlamında özellikle çok teşekkür ederim onlara. Müteşekkirim.

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.